KIZILCIK 35 / Kasım 2008

PARA – DOXA

İKİBİNSEKİZ yılının son çeyreğinde yerkürenin belli başlı merkezlerinde tek bir konu üzerinde durulmaktadır; bu da düne kadar ABD’nin ve aynı zamanda dünyanın en büyük finans kuruluşları diye bilinen yatırım bankalarının çöküşüyle ilgilidir. Eylül’ün ortalarından itibaren gelişmiş ülkelerin gazetelerinde “küresel mali kriz” başlığı manşetlerdedir.

Kimilerine göre, yaşanan çöküntü bildik bir ekonomik krizin habercisi olmaktan çok, ABD’nin manuple ettii ve yönettiği bir “mali operasyon”dur. Böyle düşünenlerin dayandığı gerekçe ise, bir zamanların ABD dışişleri bakanı H. Kissinger’in kısa bir süre önce: “ Yaşanan mali kriz, insanlık tarihinin bugüne kadar gördüğü en büyük kaynak transferidir.” , demiş olmasıdır. H.Kissinger’in bu iddialı açıklamasının ne anlama geldiğini, -eğer iddia somutlanabilirse- kimlerin kasasının boşaltılıp, kimlerin değirmenine su taşındığının da açıklanması gerekirdi. Yoksa, bu beyanat iri bir laf olmaktan öteye geçmez. Ayrıca, yaşanan olağanüstü çöküntü konusunda kamu oyunu yanıltıcı bilgileri ortalığa saçmak gibi bir işlevi de olabilir, bu tür yetkili ağızların açıklamaları...

Eğer eşi benzeri görülmemiş kaynak transferi bilinçli biçimde yapılıyor ve bunu da H.Kissinger daha işin başlangıcında anons edebiliyorsa, yüzbinlerce çalışanı olan dünya bankacılık ve finans sisteminin önemli bir bölümünün yine bu eşi benzeri görülmemiş soygunun düzenlenebilmesi için örgütlü bir eylem içinde olması gerekir. Böylesi nitelikli ve yaygınlığı küresel boyuta ulaşmış bir “sermaye hırsızlığı”nın olabileceğine inanabilmemiz için; ya “kapitalizm” diye adlandırılan sistemin, soygun düzeninden başka bir şey olmadığını kabullenmemiz , ya da ABD’nin her şeye muktedir güçler tarafından yönetildiğine ve bu ülkenin istediğinde 6,5 milyar nüfusu olan tüm yerküreyi bir parmak aklatmasıyla köleleştirebileceğine inanmamız gerekir.

Bana kalırsa, H.Kissinger’in yukarıdaki ifadesi daha çok, bizi ABD’nin bir yeryüzü tanrısı olduğuna inandırmak ve biat ettirmeye yöneliktir. ABD, günün birinde gözlerinin önünde dağılıp gitse bile, bunun güçlü ABD’nin bir manevrası olduğunu düşünecek insanları her zaman bulmak mümkün olacaktır. Güç tapıncı, düşünmeyi gerektirmediği ve ayrıca birçok kişinin yaşamını kolaylaştırdığı için sıkça başvurulan bir yöntemdir.

Dünya ekonomisinde bugünlerde yaşanan belirsizliği ve kaosu, böylesine indirgemeci biçimde ele almanın, bu konuyla ilgili neredeyse hiçbir şey söylememek anlamına gelece􀀈ini de bilmemiz gerekir. H.Kissinger aforizması olan biteni özetliyor olabilir, ama bu aforizma neyin, nasıl ve neden olduğuna dair bir ipucu vermiyor; daha çok kapitalizmin hastalıklı yapısının önüne sis perdesi çekmeye yarıyor.

Almanya’da çıkan “Spiegel” dergisinin 47’inci sayısında, dünya krizinden söz ederken kullanılan üst başlık “ Banka Soygunu” olmuştur. Adeta, H.Kissinger’e nazire yapmaktalar. Ancak, yirmibeş sayfalık –bir dergi için oldukça fazla olan- araştırma yazısının sonlarında, kendi attıkları başlıkla çelişmişlerdir. “Epilog” adını verdikleri son bölümde yapılan irdelemede, banka soygunu adını verdikleri olay meğerse onlarca yıl önce başlamış. Kontrol edilemeyen sermaye akışları söz konusuymuş. Bu dönemde adeta bir kredi-spirali oluşturularak, hiç de mal ya da hizmet karşılığı olmayan fiktif değerler yaratılmışmış...Böylece spekülatif balonlar oluşturulmuş. Bu içi boş, şişme sermaye balonları şimdi teker teker patlıyormuş. Buradaki meblağlar öylesine büyükmüş ki, tüm yerkürede satılan malların ve yaratılan hizmetlerin üç katına ulaşıyormuş. İşte bu sermaye fazlalığı ( gereksiz fazlalık gibi tanımlanmış - Überfluss - ) her daim patlamalara/çatlamalara gebeymiş... Adına da “ Yeni Ekonomi” deniyormuş...

Benim gibi, için küresel boyutunu kavramayan, hala üretmeden kaynak yaratılamayacağını düşünen dinazorlara bir süre önce, bu “yeni” olanın ne olduğunu anlatma gayretinde epeyce tanıdık vardı. Aralarında sanayi çağının bittiğini, dolayısıyla artık -bugün tüm dünyanın, hüzünlenerek de olsa adını kapitalizm’in krizi “ diye koymak zorunda kaldıkları krizin önündeki- “kapitalizm” kavramının tarihe gömüdüğünü, en önemlisinin de sanayi çağının sınıflarının da ( içi’nin ve patronun) tedavülden kalktığını anlatan müellifler de çıkmıştır. Son birkaç yıldır internet aracılığı ile ulaşabildiği yüzeysel/informatif bilginin, yerkürenin sözü edilebilecek tek gerçekliği olduğuna tüm varlığıyla inanan ( burada ‘inanan’ demek zorundayım) güç tapıcıları, şu anda yaşananları nasıl algılıyorlar merak ediyorum. İki üç haftadır ABD’nin en önemli kabusu General Motor Fabrikasının batmasıdır. Almanyanın ise, Opel, BMW, Mercedes Benz gibi ünlü sınai kuruluşlarının fabrikalarını durdurmasıdır. Asıl ekonomik krizin yoğun işçi çıkarılmasıyla birlikte derinleşeceğini söylemektedirler. Batmasını hiç istemedikleri şirketler, sanayi kuruluşlarıdır; krizin faturasını en ağır biçimde ödeyecek olanlar ise emeğiyle geçinen sanayi çalışanlarıdır, yani işçilerdir. Düşünmek gerekir, “dünya kriz”inin derinliği, niçin hala “işsiz” kalanların oranıyla doğru orantılıdır ?

Kısa süre önce kendini “yeni ekonomi”nin büyüsüne kaptırmış olanlar, şimdilerde elbette tüm olup bitenin ABD’nin bir oyunu olduğunu söyleyeceklerdir. Başka türlü yorum yapmaları bana pek mümkün görünmüyor.

Spiegel Dergisinin yazarları işin başında “banka soygunundan” söz ederken, yaptıkları araştırmanın en son cümlesinde şöyle demektedirler:” Daha ne kadar devlet garantisi, ne kadar taze kaynak gerekiyor? Bu spekülatif balonların durgunluğa ve krize dönüşmemesi için yüksek bürokrasi ve siyasa başka hangi önlemleri alabilir? Sonunda yeni bir dünya düzeni mi kurulacak? “ İşte sorular bunlar. Sizce bu sorular henüz tamamlanmamış bir banka soygunu sırasında sorulacak sorular mı? Yani, yirmi adet devletin en üst düzeydeki yetkilisi – o da çimdilik kaydıyla- soygunun kapsamını genişletmek için bankalara daha fazla kaynak aktarmak zorunda mı kalıyor? Bu nasıl bir çelişkidir. Eğer yazının başlığı gerçeği ifade ediyorsa, yazının sonundaki sorularla temenni edilen nedir? Dünyanın en belli bağlı aktörlerinin, kanaat önderlerinin, ekonomi uzmanlarının, maliyecilerinin, politikacılarının, bürokratlarının, bilim adamlarının ve sektör çalışanlarının, hep beraber bir soygunun elemanları olduğunu düşünmek için, nasıl bir travma yaşamış olmak gerekiyor ? İşi bu derece ileriye götürmenin gerekçesi, daha önce-yıllar önce- yaşanan sükut-u hayaller ise, durum epeyce vahimdir.

Bir an için çıplak gerçeğin böyle olduğunu kabullensek bile, sonuçta bu konuda, ya da herhangi başka bir konuda, yazı yazmanın anlamsızlığı ortaya çıkar. Bilinmektedir ki, bu nihilizmden öte bir şey değildir; hem de en koyusundan. Bu ise, benim kabul edebileceğim bir yaklaşım değildir. Yaşanan “dünya krizi”ne dair anlatacaklarım, kapitalizmin yapısında barındırdı􀀈ı paradokslarla ilgili olacak. Ayrıca, akıl dışında yürümek isteyen bir düzene􀀈in ikide bir uçuruma yuvarlanmasının nedenleri üzerinde durmayı, komplo teorilerine ihtiyaç bırakmayacak kadar heyecan verici buluyorum.

Dağılma süreci

Yazımın basında sözünü ettiğim “çöküş”, ünlü finans kurluşlarının bazıları içindi. Sistemin tümü için, - deprem sırasında yaşandığı gibi- ani ve beklenmedik bir olayı vurgulayan “çöküş” fiilini kullanmak pek yerinde değil. çöküş, bir kopmayı, dönüşü olmayan bir sonlanmayı ifade eder. Oysa yaşanan bu değil. Tüm ekonomileri kapsamı içine alan belirsizlik ve kaos ise, ifadesini “dağılma” fiiliyle bulmaktadır. Spekülatif ve fiktif kaynaklar sayesinde balonlaşmış olan sistem, adeta “obesitas” hastalığına yakalanmış gibidir. Kapitalizmin bu “obez” versiyonu artık kalıbına sığamaz olmuştur. Yapının taşlarını oluşturan kurumların çöküşleri, kapitalizmin her nefes alış verişte birkaç düğmesinin kopması gibidir. Yapı yavaş yavaş dağılmaktadır ve erimektedir. Sistemdeki çözülmelerin yarattığı yoğun tartışmalar 2008’in son çeyreğine rastlasa da, 2000-2004 arası IMF Başkanlığı yapmış olan Horst KÖHLER – Fed. Almanya Cumhurbaşkanı -, geçtiğimiz günlerde ( Ekim 2008’de), son yirmi yıl içinde kontrol dışına çıkmış ve ürkütücü bir hal almış olan ABD merkezli yatırım bankacılığındaki gelişmeleri (bu sıfatlar kendi ifadesidir) yakın takibe aldıklarını ve bunu ilgili ülkelerin siyasi kadrolarına ilettiklerini, söylemiştir. H.Köhler aynı röportajda, sözkonusu finans kurumlarının adeta canavarlaştığını da belirtmiştir. Riskin çok yüksek olduğunun IMF tarafından zamanında saptadığını belirten Köhler, etkili bürokrat ve siyasetçinin kendilerine bu doğrultuda verilen raporları alabildiğine sulandırdıklarını da söylemiştir. Daha sonraki yıllarda ABD’de şaşırtıcı bir “Enron” olayı yaşanmıştır. Belki de Enron ti.’nin çöküşü kopan ilk ciddi kopçaydı, girilen dağılma sürecinde. Nedense yeterince değerlendirilmedi. Daha sonra kopmalar arka arkaya geldi, ( Merrill Linch’ten General Motors’ a varan zincir).

Burada beni ilgilendiren gelişmenin, herkesin adını ezbere bildiği ünlü kuruluşların listesinden çok dağılma sürecinin nasıl yaşandığıdır. Dünya krizinin karakterini belirleyecek olanın; sürecin ani ve beklenmedik anda gelen ekonomik bir çöküş mü, yoksa yavaş yavaş yaşanan bir dağılma ve çözülme mi olduğudur. Bu saptama gerçekçi bir değerlendirme yapmamız için gereklidir.

Ani sonlanma, kopma, ya da çöküşün devamında yeni bir dünya kurulur, her şey devrim niteliğinde bir değişim içine girer; eski dünya ise artık tükenmiştir.

Dağılma sürecinde ise kriz adım adım gelir. Sistem her gün yeni bir haberle sarsılır. Artık tam bitti, sonuna gelindi derken, bir çöküntü haberi daha gelir ve bu uzun süre böyle devam eder. Kaç ay, ya da yıl süreceğini kimse tahmin edemez. Yaşanan da budur.

Dağılma sürecinde eski davranış biçimleri sorgulanır, yeni düşünce formları önerilir, eski alışkanlıkların terkedilmesinin iyi olacağı söylenir, ancak değişim oldukça yavaş yaşanmasına karşın büyük bir dirençle karşılaşılır. çözülme, ya da dağılma sürecini tanımlayan en belirgin özellik belki de, değişime karşı gösterilen dirençtir.

Bu direnç öylesine etkili bir hal alabilir ki, taraftarlarını – muhafazakar takımını – gerçeklikten epeyce uzaklaştırabilir; hatta süreç onları hayal dünyasına bile sürükleyebilir. Olmasını çok arzu ettikleri bir dünyanın rüyası bile onları mutlu eder.

Tuhaf bir biçimde, geçmişte Sov.Birliri’nde yaşanan dağılma sürecinden ciddi biçimde etkilenmiş olan bir zamanın komünist partisi üyeleri, bir türlü kabullenemedikleri değişimi, belli bir süre sonra -benzersiz bir direncin sonucunda- ultra değişim içine girdiklerini düşünerek, dağılmış bulunan sosyalist devlet üzerinden değil de, muktedir neo-liberal küresel gücün aracılığı ile komünist topluma ulaşabileceklerini hayal edip, ABD politikalarının yandaşı haline gelmişlerdir.

Dağılma sürecinin dikkate değer etkilerinden biri de, aidiyet ( identite) sorununun ciddi biçimde gündeme gelmesidir. Sonuçta bir geçiş dönemi olan “dağılma süreci”, labil yapılar ortaya çıkarır. Psikiatrist Verena Kast böyle zamanlarda yaşananları böyle özetlemiştir : “Krizlerin kendini hissettirmediği ve derinleşmediği dönemlere kıyasla, dağılmanın yaşandığı kaotik süreçte insanlar korku, gerilim ve güvensizlik duygularıyla yaşar.” Benzer gelişmelere sıkça rastlayacağımıza eminim. Kriz uzadıkça ve yaygınlaştıkça, bunun yaratacağı psikolojik baskı da artacaktır.

Gözlemlerimden yola çıkarak diyebilirim ki, yaşanan dünya krizi birdenbire başgöstermiş bir çöküş, ya da deprem değil, düne kadar işlediği düşünülen “yoktan var etme” sürecinin dağılmasıdır. Bu özelliği nedeniyle de, sanılandan daha uzun sürecek, yaşattığı acılar benzersiz olacak, değişime gösterilecek direnç çağa uygun biçimde saldırgan bir hal alabilecektir. Kimseyi kollamadan gelişecek olan dağılma süreci, kapitalizmin yaşayabileceği ilk ve son ekonomik kriz olma özelliğini taşıyabilir, çünkü akıl dışına çoktan taşınmış olan kapitalizmin bu evresinden sonra yaşanacak olan benzeri bir kaosa artık “kriz” denemeyecektir.

işte, kapitalizm delilik evresini sonlandıracak olan yıkım, yerkürenin her yerinden aynı anda duyulacak korkunç bir çatırtıyla birlikte gelecektir. Böyle bir an, “gerçek çöküş” olarak nitelenecektir.

Cinfikirli Simyacıların Amok Koşusu

Kapitalizmin “OBEZ” versiyonunun yeni yetme, cinfikirli yöneticilerinin herkesin gözü önünde gerçekleştirdikleri “amok koşusu”, sistemin işleyiğine baktığımızda kaçınılmaz olarak gelinen bir duruma ibaret etmektedir. Hepimiz yıkıcı bir doğa olayı olan tayfunları ve bu sırada beliriveren korkunç hortumları biliriz. Hortumun gökyüzüne yüseliği sırasında önüne kattığı hemen her şeyi nasıl parçalayıp yok ettiğini, haber programlarında izlemişizdir. Cinfikirli simyacılar hortumun girdabı içinde olanca hızla yükseldiklerini düşünüyorlardı. Yıkıma aldırmıyorlardı. Sonuçta göğe doğru güçlü bir çıkış sözkonusuydu, ancak bu türden bir yükseliğin sonunun kısa sürede geleceğini düşünemediler.

“Amok Koşusu” neden kaçınılmazdı ? Kapitalizmin içinde barındırdığı paradoksal yapıya gözatıldığında, bunların bireyleri, kurumları ve toplumları nasıl çıkmaz sokaklara sokup çözümsüzlüklerle başbaşa bıraktığını anlayabiliriz. Oyunun aktörleri ise işin finalinde, o ölümcül koşuyu tamamlamak zorunda kalmaktadır. şimdi yukarıda sözünü ettiğimiz “dağılma süreci”nde göze çarpan bazı parodoksları daha yakından incelemekte yarar var. Kaçınılmaz sona nasıl yaklaşıldığı konusunda bize fikir verecektir.

Devlet sorunsalı: çIKMAZ SOKAK NO:1 Neo-klasik görüşü savunan J.Rueff ve M.Friedmann gibi ekonomistlere göre devlet ekonomik krizleri ne tahmin edebilir, ne de engelliyebilir. Devlet, pazar güçlerinin serbestçe hareketini engelleyerek yalnızca krizlerin gelişmesine çanak tutar. Kriz anlarında devlet kurtarma girişimleriyle, yeniden dengeye dönüşü engeller(J.Camilleri, ‘Dünya Ekonomisi...sy.223).

Keynes’ci görüşe göre ise, devlet dengeyi sağlayan bir unsurdur. Ancak, neo-klasik bakışla örtüştüğü bir yan vardır, o da ekonomik krizlerin kapitalizmin yapısına özgü bir sorundan kaynaklanmadığını düşünmesidir. Her iki görüşe göre, başarısız uygulamalar engellenebilirse, müdahale yapılırken hata yapılmazsa kriz ortadan kalkar.

Ancak son yaşanan krizle birlikte gördük ki, devlet tüm kurumlarıyla krizin oluşmasında pay sahibidir, ama aynı zamanda kapitalist ekonominin yeniden üretimini engelleyen unsurları ortadan kaldıran temel unsurdur.

Bu noktada akla bir dizi soru geliyor.

  • - Kapitalist sistem denge, homojen yapı, istikrar gibi ideallere kavuştuğunda işleyiş zorunlu olarak durgunluğa gebe değil midir? Bunun adı kriz sonrası resesyon değil mi?
  • - Kapitalizmin başarısı, pazar ekonomisi ve rekabet temeline oturmuyor mu ? Rekabet başlı başına istikrarın bozulması yönünde bir çabayı gerektirmiyor mu? Hem istikrarlı ortamı idealize eden bir değeri yücelteceksiniz, hem de ölümcül rekabeti sistemin vazgeçilmezi olarak kabulleneceksiniz. Bu çıkmaz sokak değil midir? Toplum, çalışan kesim ve sıradan insan elbette huzur ve istikrar beklentisi içindedir; ancak, ona özlemini duyduğu huzurlu yaşamı sunma girişimi aynı zamanda sistemin çökmesine neden olmuyor mu?
  • - Ayrıca, istikrar ve dengenin sağlanmasında eşgüdüm görevini kim üstlenecektir? Sürekli olarak savaş ekonomisini destekleyen, her an her yerde silahlı gücüyle yapıları ve toplumları destabilize eden ABD mi? O olmayacaksa, kim? çatallı bir çıkmazda değil miyiz?
  • - Kapitalizm, sürekli olarak denge noktasından kaçan bir sisteme sahip değil midir? Peki, krizden çıkışta niçin dengelerin yeniden kurulması talep ediliyor? Üstelik, mutlak dengenin hiçbir ortamda sağlanması mümkün değil iken, bu da bilinip dururken, gerçekten talep edilenin ne olduğu konusunda daha fazla kafa yormamız gerekmiyor mu?
  • - Huzura ve istikrara ihtiyacı olan ve bunu talep eden sınıflarla, istikrarsızlığı kendi lehine muhafaza edebilmek için yeryüzünün en büyük silahlı gücüne sponsorluk yapan sınıfın ortak bir geleceği olabilir mi? Ortak politikası olabilir mi? Olduğu varsayılıyorsa, bu rejimin adı demokrasi olabilir mi?
  • Denetim sorunsalı: ÇIKMAZ SOKAK NO:2

    Nouriel Roubini, 22 Eylül 2008 tarihinde Financial Times’ta yaptığı yorum böyle: “ Gölge Bankacılık son yirmi yıl içinde finansal aracılık faaliyetlerinde bulunmak üzere ortaya çıkmıştır. Bu gölge sistem brokerler, hedge fonlar, private equity(şirket alım fonları), SIV (özel yapılandırılmış yatırım fonları) ve banka dışı ipotek finansman kuruluşlarından oluşmaktaydı. Kuruluş nedeni ticari bankaların giderek daha sıkı denetlenmeye bağlamasıdır. Gölge bankacılık sistemi aynı ticari bankalar gibi çok kısa vadeli, likit, bankalardan çok daha fazla miktarda borçlanmış, kaynaklarını uzun vadeli ve likit olmayan finansal araçlara yatırmıştır. Ticari bankacılık sisteminden farkları ise, risklerin daha yüksek olmasına karşın güvenlik duvarının bulunmamasıydı.” Görülüyor ki, son mali krizin odağında denetimden kaçmak isteyen, yasaların boşluklarını değerlendirerek finans sisteminde adeta bir illegalite yaratan kuruluşlar var. Düne kadar izlediğim tartışmaların çoğunda, uzmanlar konuşmalarının sonunda piyasaların daha sıkı denetlenmesinden söz ettiler. Burada umulanın bir daha böylesi ürkütücü bir krizin içine girilmemesi imiş. Piyasaların disiplin altına alınması konusunda hemen herkes hemfikirdi. Ancak, hiç biri banka olmayan bankaların mali kurumların sıkı denetimi sonucu ortaya çıktışına değinmedi.

    Piyasacılar denetim sevmez. Bundan kaçışın yollarını bulur ve bitirim işadamı tipi de böyle doğar zaten. Bu cingözlüğün tadını kaçırıp, yarattıkları illegatiye meşruiyet zemini de sağladılar mı, başarı halkasının tamamlanmasına zerre kalmıştır. Ancak, yarattıkları dünya başlarına çökünce, onlara daha önce bu meşruiyeti sağlamış olan kurum ve kişiler bu kez sıkı denetimden söz etmeye başlarlar.

    Sıkı denetim alternatif piyasa yarattığına göre, bunun bir daha olmaması için çok sıkı denetimle sağlanacak piyasa disiplinin ne tür ucubeler yaratacağını tahmin edebiliyor musunuz? Bir çıkmaz sokak da, demek ki “ piyasaların denetimi” konusunda ortaya çıkıyor.

    Şeffalık sorunsalı: ÇIKMAZ SOKAK NO:3

    Son yıllarda en çok duyduğuz sözcükleri sıralayın desem, eminim ki bilişim, iletişim, bilgi çağı gibi sözcükleri sıralayacaksınız. Bu kavramlar internet üzerinden çok sayıda kişinin aynı anda informatif bilgiye hızla ulaşabilmesi sonucunda gelişmiştir. Bu platformda ulaşılabilinen ansiklopedik, ya da haber niteliğindeki bilginin, pek fazla işin içinde olmayan kişilerce kolaylıkla bilimsel bilgiyle karıştırıldığı görülmektedir. O kadar ileri gidilmiştir ki, kendi dünyalarında bu sanal alemin dünyanın tek gerçekliği gibi algılanmıştır. Gözlerinin önünde olup biteni bile algılamaz olmuşlardır. Bu sağlıksız tutum, sonunda işi internetin olanaklarıyla başka bir çağa ışınlandığımızı söyleme noktasına kadar getirmiştir. Bu konuya daha önce “Teknoloji ve Juppiler” başlıklı yazımda değinmiştim. şeffaflık ve iletişim bağlamında bu konu yeniden öne çıkarak, yaşanan ekonomik krizin bir unsuru haline gelmiştir.

    Bilışim çağı kavramı çerçevesinde, internet üzerinden sağlanan iletişimin idealize edilerek, doğruluğu/manüplasyon gücü/ eksik bilgilendirme olasılığı gibi konular eleştirel biçimde ele alınmayınca, bilişim çağının böylece tüm zamanların da “en şeffaf” çağı olduğu varsayımıyla hareket edilmiştir. Epeyce naif ve çocukça bir yaklaşımla bilginin çokluğunun, şeffaflığın mükemmelliğine delalet ettiği düşünülmüştür. Bu internet çağında, bu bilişim çağında, küreselleşme olanca gücüyle dünyaya hükmetmeye başlamışken insan şeffaflık konusunda şüpheye düşer mi hiç? Ancak hipnoz hali, yaşanan krizle birlikte kafa karışıklığına dönüşmüştür. Artık başka bir dünyada ve çağda yaşadığını düşünenler bile, yoksa yeterince bilgilenmedik mi, diye birbirlerine sormaya bağlamıştır. Hele hele bu kriz sürecinde darbeyi alanlar daha da öfkelenerek, bizi kandırmışlar, soymuşlar diye seslerini yükseltmeye başlamıştır.

    Bu kafa karışıklığını ortadan kaldıracak en güzel açıklamayı, O.Pehlivanlı (Avrupa Araştırma Masası) yapmıştır. Krizle ilgili yazdığı bir makalede Pehlivanlı şöyle demiş: “ Her finans işleminde taraflardan birinin daha çok (dolayısıyla daha az) bilgi sahibi olduğu anlaşılmıştır.”

    Acaba, bunca yüksek nitelikler yüklemeye çalıştığımız “bilişim çağı” bizleri daha hızlı, daha kolay, daha kapsamlı biçimde manuple etmek için kullanılamaz mı? Kullanılmadı mı?

    Görülüyor ki, düne kadar bilişim çağıyla ilgili geliştirilen olumlu imaj, birden tersine dönüveriyor. Eleştirel düşüncenin yerini idealizm, mistifikasyon, önyargılı kabuller almaya başladığında kapitalizmin yarattığı tuzaklardan bizleri koruyacak hiçbir şey kalmıyor. Bilişim çağının şeffaflıkla eşdeğer olduğunu düşünenler ise epeyce yanıldılar. Bu konuda son sözü yine bu işlerin içinde pişmiş birine bırakmak istiyorum. Horst Köhler 2000/2004 IMF Başkanı -, Pazar ekonomisinin şeffaflık konusunda ciddi zaafiyet içinde olduğunu, Spiegel Dergisine verdiği bir beyanatta belirtiyor. Böylece finans kuruluşlarının kurdukları düzenekte, ortalığa saçılan risklerin kimler tarafından alındığını bile bilmek mümkün olamıyormuş...Hatta yapılan bir tesbite göre borçlanan kişilerin, bir süre sonra kime borçlu olduklarını bile bilemedikleri ortaya çıkmıştır. işte size bilişim, iletişim, şeffaf yeni ekonomik düzen, üstelik birinci ağızdan...

    Güven sorunsalı: ÇIKMAZ SOKAK NO: 4

    Zürich Üniversitesi, Deneysel İktisat Araştırma Enstitüsü Müdürü Ernst Fehr, “ Ekonomik kararların psikolojik ve biyolojik temelleri” başlıklı bir araştırmanın da içinde yer almaktadır. Ekim 2008’de kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle demektedir: “ Kırılgan bir finans sistemiyle karşı karşıyayız. Sistemin ‘güven’ kavramı karşısında ne kadar hassas olduğu meydandadır. Güven ortadan kalktı mı, sistem oldukça hızlı biçimde çökmektedir.

    “ Finans sektöründe çalışan bankerlerin aldıkları astronomik ücretlerle çelişki oluşturan beceriksiz, öngörüsüz, açgözlü ve kumarbaz ruhlu davranışı toplumda adalet duygusunu zedelemiş ve güven bunalımına yol açmıştır...”

    Ernst Fehr “güven” bunalımının ekonomik krizi nasıl etkileyebileceğinden söz ederken, krizin belirgin hale gelmesiyle birlikte birçok yorumcu, toplumda kaybolan “güven” duygusunun yeniden tesis edilmesinin önemi üzerinde durmuştur. Gerek yazılı basında, gerekse TV programlarında üzerinde sıkça durulan konunun, finans sistemine karşı beslenen güvensizliğin nasıl ortadan kaldırılabileceğiyle ilgili olmuştur.

    Bütün katılımcılar, kaybolan güven ortamının ancak devlet(ler) tarafından yapılacak yerinde müdahalelerle yeniden tesis edilebileceği noktasında birleşmiştir.

    İşte, tam da bu beklenti konuyu çıkmaz sokağa sürüklemektedir.

    Ekim’in 23’ünde , “ Die WELT” muhabirleri yaşanan krizle ilgili olarak devlet(ler)in müdahalesini şöyle eleştirmiştir, (kısa alıntılar) :

    • - Başlık: < Müsadenizle! Ben devletim!>
    • - Ve sanayiciler sosyal demokratların yanında yer alır..
    • .
    • - Para seksileştirir; devleti bile...
    • - Maliye bakanı parayı nerede kaybettiyse orada aramalı, yani pazarda...
    • - “Biz devletiz” demek aynı zamanda : “ Yalnızca BİZ devletiz!” demektir.
    • - Belirleyici olan şudur: Yalnızca devlet gerekli araçları kullanabilir, evet yalnızca o. En geçerli araç da “güç”tür elbette...
    • - Ne var ki, “devlet” de güvenle yaşar. Böyle bir devlete ileride nasıl güveneceğiz?

    Varılan sonuca bakarsak, ekonomik krizin yarattığı ağır havadan ve kaostan kurtulabilmek için, devletin kaybolan güveni yeniden tesis etmesi gerekiyor. Bu kaçınılmaz. Bunun için bir süre bazı kurumlara, bankalara, dev sanayi kuruluşlarına devletin ağır müdahalelerde bulunmasına ( belki de hepsine el koymasına), bunu yaparken de devletin gücünü kullanmasına göz yumulacaktır. Ortaya çıkacak bu otoriter devlet yapısı finans kurumlarına karşı güveni tesis edecek belki, ama bir süre sonra yurttaşlar devlete olan güvenlerini kaybederlerse, ne olacak?

    Gerçekle yüzleşme sorunsalı: ÇIKMAZ SOKAK NO: 5

    “Günümüzde psikoloji” dergisinin editörü Heiko Ernst 2008 yazında çıkan bir sayısında, son yıllarda hakiki (otantik) olana ilginin hissedilecek kadar arttığından söz ederek, bununla ilgili bazı açıklamalar yapmıştır. Bu açıklamalardan, kriz anlarında insanın güven duygusunun neden hızla kaybolduğunun ipuçlarını bulabildiğimiz gibi, aynı insanların sahtekarlıktan, yalandan, dolandan nefretle uzaklaşıp, hakiki olanın peşine nasıl bir tutkuyla düştüğünü anlıyoruz. H.Ernst’in saptamaları şöyle:

    “Yapaylık ve sahtekarlık öylesine çok artmıştır ki, insanlık tarihinin hiçbir döneminde bugün olduğu kadar dürüstlük ve samimiyet aranır özellikler arasında yer almamıştır.Inandırıcı ve hakiki olmanın önemi her geçen gün artmaktadır, hatta bu artığın çevremizdeki pisliklerden yayılan kokuların artmasıyla doğru orantılı olduğunu bile söyleyebiliriz. “ K.Marks: “ Kapitalizmin üzerimizde bıraktığı en etkin psişik sonuç, yabanclaşmadır ” demiştir.

    “Yalnızlaşan insanın, tek başına ve yalıtılmış yaşamında kendini gerçekleştirmesinin, yenilemesinin ne kadar güç olduğunu farkındadır. Insan vesayet altına alınmak, etki altında tutulmak ve yönlendirilmek istendiğini ne kadar fazla algılarsa, o oranda içe dönük bir sorgulama sürecine girer. Ben kimim, gerçekten hayattan ne bekliyorum ? gibi...Hakikatin peşine düşüp bu soruların yanıtını arar, ancak bunları yaparken çok tedirgindir.”

    Kaçınılmaz biçimde otantizmin peşine düşen birey, onunla karşı karşıya kaldığında, çoğu zaman durumun pek iç açıcı olmadığını görür. Bir ikilem içine düşer. Ya yalanlarla birlikte yapay bir dünyada yaşamaya razı gelecektir, ya da mide bulandırıcı, acı veren hakikatle başbaşa kalacaktır. Kapitalizmin gerçeklerinin ise çok iç açıcı olmadığı bilinmektedir.

    Görünen o ki, krizle birlikte toplumun içine sürüklendiği koşullar oldukça çetin ve yıpratıcı. Ya cinfikirli simyacıların sahte dünyasında dolandırılıp, işsiz ve aç kalacak, ya da mide bulandırıcı gerçeğin yanı başında- tüm pis kokulara karşın- yaşayacak.

    Bakalım bu yaman paradoksu neo-ekonominin müflis prensleri ve kapitalizmin efendileri aşıp, yönetebilecekleri yığınları gelecekte de ellerinin altında tutabilecekler mi?

    Yoksa, para-doxa sistemin sonunu mu hazırlıyor?

    Umarım çözülemeyen iç çelişkiler, yerküreyi bir kez daha ateşe atmaz.

    Orhan Hulusi AYDIN, 25 Kasım, 2008