"Arkadaş Dergisi/2009

ÖNYARGI

Uzunca bir süredir, en çarpıcı kültürel etkinliğin okuma eylemi olduğunu düşünüyorum. Elime “Peter von Matt”ın “Edebiyat ve psikoanaliz”adlı kitabı geçinceye kadar okuma eylemine yakın plandan bakmak hiç aklıma gelmemişti. Kitabın 129. sayfasında insanı şaşırtan bir saptama var. Kültür tarihi içinde önemli bir nitelik sıçramasının yaşanmasına neden olan devrimci değişimin, geç antik çağda sesli okumadan ‘sessiz okuma’ya geçiş olduğunu belirten P.v.Matt, bu alanda ikinci en büyük olayın Sigmund Freud tarafından gerçekleştirildiğini söylemektedir. Freud 20.yy.’a kadar süregelen okuma eylemine köklü bir değişiklik getirmiş ve bunun metinlerin çözümlenmesinde, algılanmasında, anlaşılmasında farklılıklar yarattığını belirtmiştir. Vardığı sonuçun olağanüstü yanlarının olduğunu kabul etmeliyim. Bir metni, iki ayrı kişi birbirinden farklı okuma yöntemiyle ele alıyor ve bu metin -mucizevi biçimde- anlam değişimine uğruyor.

Matt’ın açıklamalarına göre: Freud’un gerçekleştirdiği değişim pek farkında olunmasa da herkesi ilgilendirmektedir, çünkü kendisinden beslendiğimiz ve içinde yaşadığımız tüm kültür alanını etkisi altına almıştır. “Yeni olan” Freud’un bilinen ünlü tezlerinin(Ödipus kompleksiyle, rüyalarımız ve arzuların gerçekleştirilmesi üzerine yapılan araştırmalarla, başarısızlığın mantığının ne olduğuyla ) bir yan ürünü gibi görülmemelidir. Özellikle edebiyat bilimiyle ve modern metin çözümlemeriyle ilgili yeni yaklaşımın temelinde, “metin karşısındaki okur duruşu”nun değişmesi yer almaktadır. “

Aydınlanma çağı entellektüellerin dünyaya, insanlara ve metinlere yaklaşımını değiştirmiştir. Bağımsız, özgür düşünce her şeyin üzerinde yer almış, düşüncenin önüne hiçbir sınır konulmaması talep edilmiştir. İşte, Freud entellektüellerin dünyayı, insanları ve metinleri algılama biçimlerini -onların dikkatini başka bir etkenin üzerine daha çekerek- bir kez daha değiştirmeyi başarmıştır. Freud, “ bağımsız düşünce” nin karşısına ona eşdeğer gördüğü “gözlemlemeyi” getirip koymuştur. Bu metinler üzerine yönlendirilen “yeni bir bakış” tı.

Gözlemleme, düşünme eylemine ortaklık etmeye başlamış ve entellektüellerin her ikisini nöbetleşe kullanmaları sonucunda, metinlere yeni renkler ve anlamlar katılması mümkün olmuştur. Metinler yenilenmiştir.Yeni bakış, bakılanı değiştirmiştir...”

Gözlemlenerek okunan metnin içinden seçki yapılarak, okura göre belirlenen daha çok, ya da daha az öneme sahip sözcükler ayıklanmaz. Altları çizilip, belli bir hiyerarşi içinde ele alınmaz. Metinler şu anlamlı, şu anlamsız, bu önemli, bu önemsiz gibi bir yaklaşımla okunmaz. Anlatılan olayların bazıları belirleyici, bazıları ise gereksiz bulunarak metin kurgusuna müdahale edilmez. Hiçbir olay diğerinden daha az önemli değildir, bu “yeni bakış”a göre.

Geleneksel okuma eyleminde metnin anlamının peşine düşülür, araştırılır ve onu bulup ortaya çıkarmak en önemli hedeftir. Eylemin merkezinde bütünüyle anlamlandırma vardır. “Yeni bakış” ta ise, okuma işinin bir anlam bulabilmek için yola koyulmaktan daha farklı eylem olduğu düşünülür. Okur bu konuya karşı ilgisiz bir tutum sergiler. Bu türden işler okuma bittikten sonra devreye girecek düşünme eylemi sırasında ele alınacaktır zaten, ancak okuma sırasında bunlar gözetilmez ve gergin olmayan, keyifli bir yüz ifadesiyle, ağzımızı burnumuzu buruşturmadan, alnımızı kırıştırmadan, ahlayıp puflamadan, okumayı ayrıca olağandışı mimiklerle de beslemeden metin sonlandırılır. Metin bütün çıplaklığıyla önümüzde durmaktadır, üzerinde hiçbir örtü yoktur ve hiçbir şeyin de üzeri örtülmez. Gözlemcinin önünde rengarenk, özgür, cıvıl cıvıl bir metin durmaktadır. Bu adeta etrafa ışıklar saçan kaotik bir tablodur.

Geleneksel okumada okur metne bütün dikkatini yönelterek, üzerinde kafa yorarak, eleştirisini de yapa yapa eylemini sürdürür. Gözlemleyerek okuyan okurun ise yapacağı tek şey, eleştiriyi bir kenara bırakıp okumasını sürdürmektir. Sözcüklere, metne ve yazara karşı tüm önyargıları gömerek, yalnızca okumayı başarabilmek “yeni bakış”ın en belirgin özelliğidir. Freud, bunun öyle çok kolay başarılabilecek bir eylem olmadığını bilmektedir elbette, ancak biraz da ironik bir biçimde : “ Yapacağınız tek şey, önyargılarınızdan arınarak okumaktır...” diyerek, bizleri yeni bakışa yönelmemiz için cesaretlendirmektedir.

Önyargılardan arınarak etrafımıza bakınmamızın, çevremizdeki tüm renkleri ortaya çıkaracağı bellidir. Bunlar daha önce var oldukları halde bizim göremediğimiz renklerdir.

Freud’un araştırmasını yalnızca modern metinlerin okunmasıyla sınırlı tutmamak gerektiğini düşünüyorum. Yaşamın her bağlamında, karşılaşılan her olayda okunması gereken metinler var. Var da, onların yanlış anlaşılmasını sağlayan “önyargılar” da eksik değil, hatta hiç eksik olmuyor, aynı sırtımızdan sopanın eksik edilmediği gibi...

Önyargıların kaynakları


Freud’un “önyargılardan sıyrılarak okuma” önerisinin önümüze daha katlanabilir bir dünya çıkaracağını düşünerek, uygulamada karşılaşılabilecek çetrefilli sorunların neler olabileceği konusunda kafa yormanın boşuna harcanmış bir zaman olmayacağı kanısına vardım. Ayrıca Türkiye’de iktidar mücadelesinin ve rekabetinin kızıştığı, çatışmanın eşiğine kadar sürüklendiği günlerde, “önyargıların kullanım alanının” birdenbire genleşerek, -politikayı önceleri iktidarla muhalefetin bir cilveleşmesi gibi algılayan ve çok fazla da önemsemeyen- yığınların oluşan girdabın içine nasıl çekildiğini, insanların boşluğa doğru savrulup, oradan çaresizlik ve korkuyla nasıl aşağılara baktığını gözlemleyince (Nisan 2007, Tandoğan/Ank., çağlayan/İst.Cumhuriyet mitingleri), önyargının kaynakları ciddi biçimde ilgimi çekmeye başladı,

Belli bir sezgiyle, önyargıların çoğunun yığınların yönetilmesinde araç olarak kullanıldığı düşüncesine kapıldım. Önyargı kavramı daha önce bana, insani bir zayıflık gibi görünürken, artık insafsızca kullanılan bir “maniplasyon” malzemesi gibi gelmeye başladı. Bu toplumun bireyi olarak ulusal tarihimizi, siyasi tarihimizi, sosyal ve kültürel tarihimizi, kısacası “geçmişimizi” merak edip okumadığımızı, bunlarla ilgili bir fikir sahibi olmadığımızı bilmekteyim; ayrıca öyle olur olmaz konularda fikir sahibi olmanın, vatanseverlikle bağdaşmadığı konusunda da yeterince uyarıyı almış biri olarak, her defasında bütün bu konular hakkında nasıl da kesin yargılara varabildiğimize şaşmışımdır.

Kendi toplumsal tarihimiz hakkında en düşük düzeyde bilgiyle yetinirken, dünyanın geri kalanı hakkında üzerinde değerlendirme yapabilecek düzeyde bilgi sahibi olmamız beklenebilir mi? Hayır. Ancak, bu memlekette dünyanın birçok ülkesinin insanlarıyla ilgili -onların yaşam tarzları, dinleri, inanışları, günahları ve sevapları konusunda- yargı oldukça kesindir. çoğu –özellikle batı- bize düşmandır. Bunlar asırlar boyu, gece/gündüz demeden, işi gücü bırakıp Türkleri yok etmenin yollarını araştırmışlardır ve bundan da vazgeçecek gibi değillerdir. Bu üzerinde tartışmaya dahi gerek duymadığımız, mutlak bir bilgidir. Eğer herkesin bize düşman olduğu konusunda edinilmiş mutlak bilginin yaydığı güçlü mücadele ve saldırı duygularında zaman içinde bir eksilme ve seyrelme görülürse, bunların yeniden güçlendirilmesi için önyargıların bilenmesi, zımparalanıp parlatılması, manşetlere taşınıp altlarının çizilmesi, tekrar tekrar hatırlatılıp, safların sıklaştırılması gerekmez mi? Yoksa, nice olur halimiz?

Önyargılar üzerinden siyaset yapılabilmesi için, kavramın ele alınışının alabildiğine basitleştirilmesi gerekir. Anlatımda etkiyi arttıracak güçlü simgelerin kullanılması ve toplumun tüm kesimlerinin yaratılan simge ormanında kaybolmasının sağlanması görkemli bir hedeftir. Toplumsal önyargıların maduru durumundaki toplumlar ve onların bireyleri yeni önyargıların geliştirilmesinin en önemli kaynağıdır. Bu durum egemen güçler tarafından da iyi bilinmektedir. Ayırımcı ve olumsuz önyargılara maruz kalınması, gevşeyen milli duyguların koyulaştırılması açısından kolaylıkla kullanılabilir fırsatlar yaratır, çünkü dışarıdan yöneltilen bu tür aşağılayıcı söylem, davranış ve yaklaşımlar buna maruz kalanın önyargılarını güçlendirecektir.

Ülkemizde de, düşman(?!) batının bizimle ilgili mevcut olusuz yargısının düzeltilmesi yönündeki çabaların değil de, aksine bu olumsuzluğu güçlendirecek ve önyargılarını pekiştirecek olayların her zaman otoriter yapıların işine yaradığı kanısındayım. Demokratik taleplerin en hakçası dile getirilirken kafaların copla kırılmasını, barışçı imajın yayılmasına hizmet eden bir girişimin akla sığmayacak bir vahşetle ezilmesini, batı kamuoyunca saygıyla karşılanan bir kimliğin linç edilme girişimini ve bunun sıkça yapılarak görüntülenmesini ( bu örnekleri can sıkacak kadar çoğaltabileceğimizi herkes tahmin edebilir) başka nasıl açıklayabiliriz.

Bütün bu girişimler terazinin karşı kefesine yeterince ağırlık konulması anlamına gelmektedir. Asıl mesele, bu üzeri mühürlü, tescilli dehşetengiz yüklerin karşısına aynı etkiyi yaratacak, şiddet dolu duyguların yerleştirilerek olayın dengelenmesidir. Bu yöntem kefelerin asılı olduğu zincirler kopuncaya kadar, belli bir kurnazlıkla sürdürülebilir. Kefeler üzerindeki yükü çekemez hale geldiğinde ise dengeler altüst olur ve oyun bozulur. İnsan psikolojisinin vahşete ve baskıya dayanma sınırı vardır. Bu sınır aşıldığında, bu sınırları zorlayanların da işi bitmiş olur. Egemen güçlerin hesaplayamadığı iki husustan biri, gerdikleri sinir tellerinin kopma noktasıdır. İkincisi, sinirler boşandıktan sonra neler olacağıdır. Demokrasi mücadelelerinin sancılı geçmesinin ve özgürlüklerin kazanılmasının hiç de kolay olmamasının nedeni budur. Her anı acılarla doludur. Bu süreçleri kısmen yaşamış ve yaşamakta olan toplumların bireylerinin özgürlüklerine bu kadar düşkün olmalarının nedeni de budur.

W.Sumner (1840-1910) Gumplowicz ile aynı çizgiyi izleyerek önyargıların kaynağını araştırmıştır.Ona göre de, kişinin içinde bulunduğu kendi grubuyla (bu dernek, siyasi parti, tarikat, vakıf, mezhep, din, futbol takım da olabilir/O.A.) diğer grup arasında ciddi bir kutuplaşma ortaya çıktığında – in grup/out grup – herkes ait olduğu gruba sempati duyguları geliştirirken, diğer grup üyelerine karşı nefret duygusu beslemeye başlar. Bu içe dönük sempati, bağlılık, sadakat ve fedakarlık duygularının tam karşıtları diğer grup için hazır bekletilir. Nefretin dile getirilmesi bir aşırılık halini alırsa, grup üyeleri kendi değerlerini her şeyin ölçüsü olarak görmeye başlar. Bu aşamadan sonra akıldışı değerlendirmeler etrafta uçuşmaya başlar. İki tarafın birbirini anlaması olanak dışıdır, çünkü neredeyse her iki tarafın üyeleri de kendileri söyleyip kendileri dinler. Kimse diğerini dinlemez. Mücadelenin etkin biçimde yürütülmesi ise basitleştirilmiş söylemlerde aranır. Klişe laflar, sık tekrarlanan sloganlar, toplu karşı çıkışlarla yapılan güç gösterileri, kaba saba ve özellikle de cinselliğin öne çıktığı küfürleşmeler, kulaktan kulağa yayılması istenen ırkçı, çirkin fıkralar ortalığı kaplar.

Yakın tarih bize bu tırmanışların toplumsal önyargıları alabildiğine beslediğini ve kalabalıkların birkaç slogan ve simge etrafında kenetlenerek önce “ nasyonalizme”, yani milliyetçiliğe, sonra da hızla şövenizme nasıl yöneldiğini biliyoruz; bütün bu sürecin ise nasıl sonuçlandığını da...

Diğer yandan tarihte yaşanmış ve geçmişte kalmış bazı sıradışı olaylar da önyargıların yaygınlaşmasına neden olabilir. Kaynağını tarihten alan önyargıların canlı tutlmasını isteyen, bunun için çaba gösteren, böyle olmasının kendi yararına olduğunu düşünen pek çok kişi ve kurum (grup) vardır. Bazı tarihsel olayların o andaki koşulların ortaya çıkardığı özel durumlar nedeniyle, yaşanıp tekrarlanması mümkün olmayacak biçimde sonlandıkları halde, sözkonusu koşulların kesintisiz biçimde sürüp geldiğini iddia ederek (gerçeğin böyle olmadığını bile bile) özelliği ve ayrıcalığı olan olayları dahi ait olduğu tarihten koparıp alarak güncelleştiren ve anlatılan masala da herkesin inanmasını isteyenlere sıkça rastlıyoruz. Bir kez daha karşılaştığımız akıldışı yaklaşımın, önyargıların canlı ve diri durmasından medet umanların hiç de umurlarında olmadığını görüyoruz. Bir söylemin,ya da eylemin akıldışına düşmesi onları ilgilendirmemektedir, çünkü gözboyama ve etkin beyin yıkama yöntemiyle olayın akıldışı yanı gözden kaçırılabilir; ayrıca bu farkedilse de kaygılanmazlar, çünkü bunu algılayanların yoğun ajitasyon ve propaganda nedeniyle seslerini çıkaramayacaklarını bilirler. Bu türden bir önyargı yapılandırmasını, kafamızı hafifçe kaldırıp etrafımıza baktığımızda farkına varacağımızdan eminim.

Manuple edilen, geçmişten gelen, yapılandırılan, yenilenen, pişirilip pişirilip önümüze sürülen, kendiliğinden gelişen ve akıl dışına taşan önyargılardan sözetmek mümkün olduğu gibi, bunların korunmak istenilen değerlerle ve otoriter sistemlerin devamlılığıyla da bir ilişkisi olduğu söylenebilir.

Toplum içinde sınırlı sayıda üyesi bulunan grupların kendilerine ait önyargılarının dışında, bir de toplum yapısı içinde daha geniş alanlara yayılma niteliğine sahip önyargılar vardır. Bu türden önyargıların bazı özellikleri vardır. Bunlar genellikle herkeste kaygı uyandıran klişeleşmiş, kalıplaşmış yargılardır(stereotipler). Ayrıca yaygınlaşan önyargıların en belirgin yanının, bunları benimsemiş olanların yaşam gerçekleriyle karşı karşıya kaldıklarında bu gerçeklik onların savunduğu kesinlikleri sarsacak nitelikte olsa bile, bunu algılamayıp, bundan ders çıkarmamalarıdır. Bu insanlar basit genellemeleri, manevi gerilimler yaratan aşırı yargılamaları tercih ederler ve bu halleriyle de baskıcı, otoriter rejimlerin epeyce işine yarar. Sosyologların ilginç bir araştırmasının sonucuna göre, aynı zamanda bu otoriter rejimlerin etkili yöneticileri de şiddetli önyargılara maruz kalmış “otoriter karakter”lerdir.

Janowitz’in 1963’de yaptığı bir araştırmada, ABD’de İkinci Dünya Savaşından sonra yahudilerle siyahilerle ilgili önyargıların azaldığı saptanmıştır. Ancak yine de bu önyargıları inatçı biçimde sahiplenen bazı grupların dergi çıkartıp düşüncelerini yaymak istedikleri belirtilmiştir. Sanayileşmiş toplumlarda etnik bazda yapılan düşmanlıkların azalmasını sağlayan önemli sosyal dönüşümler gözlemlendiği söylenen sözkonusu araştırmada, yine de bu tür gelişmelerin kendi sınırlarını aşamadıklarını ve ırkçı önyargıların tamamen kaybolmadığı belirtilmiştir.

Muhafazakar akımların ve otoriter yapıların önyargıları diri tutmalarının bana göre bir başka nedeni de, onların aracılığıyla kaybolmaya yüz tutan eskimiş değerleri ilelebet yaşatabileceklerine inanmalarıdır. Son bir gayretle ve olanca güçleriyle önyargıların hikmetine sığınmışlardır.

Yaşam gerçekleri hiçbir zaman muhafazakarın istemine uyum sağlamamaktadır. Bunun muhafaza edilmek istenen şeyin iyi, ya da kötü olmasıyla bir ilgisi yoktur. Sosyal, siyasi, ekonomik ve sınıfsal gerçeklik kendi devinimi içinde şekillenmekte, herkesin bu değişim ve dönüşüm içinde durumunu ve duruşunu düzenlediği gözlemlenmektedir. Muhafazakar olanlar yenilenmeye ve uyum sürecine direnir, daha doğrusu süreci görmezden gelir.

Modern edebiyatın önemli isimlerinden “ Hermann Broch”, 1928’le 1932 yılları arasında yazdığı üçlemede (Uyurgezerler), çağın en belirgin sorunu olarak gördüğü, “ değerlerin yitirilmesi” temasını işlemiştir. Yazar bu temayı bazı sembollerin yardımıyla anlatmayı uygun bulmuştur. Değerlerin hızla yitirilmesiyle ortaya çıkan kaosu yansıtmış ve bu değerleri korumak isteyenlerin olanaklarını okurunun dikkatine sunmuştur.

Yukarıda sözünü ettiğimiz otoriter rejimlerin ve önyargılara boğulmuş bireylerin, simge savaşlarının –bayrak, üniforma, papaz cübbesi, gamalı haç gibi...-alabildiğine yükseldiği, sonunda 60 milyondan fazla insanın yokolduğu o korkunç savaşın arefesinde yazılmış, çarpıcı bir eser olan “Uyurgezerler” roman dizisi geçen yüzyılın en önemli sanat olaylarından biridir.
Bu roman üçlemesinin ilki “1888: Pasenow oder die Romantik” adını taşır. Bu kitapta kaybolan değerler karşısında Pasenow’un olanağının ne olduğu anlatılır.

Joachim Pasenow’un kardeşi bir düelloda ölür ve baba bunu “ Onuru için öldü” diye yorumlar. Bu cümle Pasenow’u çok etkiler. Ancak, dostu Bernard bu fabrikalar çağında iki insanın ellerine tabanca alıp birbirlerini öldürmeye kalkışmalarını-hem de onur için- hiç anlayışla karşılamaz ve olayı eleştirir. Düelloyu bir saçmalık olarak görür. Onun bu değerlendirmesi karşısında Pasenow şaşırır ve dostunun onur duygusuna sahip olmadığını düşünerek, onu küçümser.
Bernard düelloyla ilgili eleştirisini şu sözlerle sürdürür: “ Duygular zamana direniyor.Onlar tutuculuğun yıkılmaz temelleri, soyaçekimin kalıntıları...”
Pasenow bu eleştiriyi de kabul edilmez bulur, çünkü o kalan değerlere bağlı kalmayı bir erdem olarak görmektedir. Romanda Pasenow karakteri üniformayla tanıtılmaktadır. Anlatıcı şöyle der: “ Eskiden yüce yargıç olan kilise insana egemen olmuştu. Papazın cüppesi göksel gücün simgesiyken, subayın üniforması ve yargıcın cübbesi de dindışı şeyleri temsil ediyordu. Kilisenin büyülü etkisi silindikçe, papaz cüppesinin yerini üniforma alıyor ve mutlak gücün düzeyine yükseliyordu. Eskiden çok kesin olan değerler tartışma konusu olup uzaklaşınca, o değerler olmadan yaşamasını bilemeyenler başları önde, son düğmelerine kadar üniformalarının evrenselliği içine kapanırlar, çünkü kaybolmaya yüz tutan değerleri -sadakat, aile, vatan, disiplin, aşk gibi- böylece koruduklarını düşünürler.

Pasenow bu duygularla düğün gecesi gelinin yanına uzanır, ama giyiniktir. Bütün dikkatini üniformasına vermiştir. Yatağa uzanmak üniformayı biraz buruşturmuştur. Farkına varır varmaz üstünü başını düzeltir ve aynı zamanda parlak cilalı ayakkabılarını çarşafa sürmemek için ayaklarını zorlukla sandalyenin üstünde tutma çabası içindedir.

Yazar H.Broch kaybolan değerlerle, bunları korumak isteyenlerin altına sığındıkları simgeleri öyküsünün doruk noktasında unutamayacağımız biçimde aktarmayı başarmıştır. Bu anlatının, roman sanatının da doruklarına ulaştığını düşünüyorum.

Değerlerin aşınarak, toplumların kaosa sürüklenmekte olduğunun uyarısını yapan yazar, bunun önlenmesinin yolunun tutucuların sunduğu sığınaklar olamayacağını da çarpıcı biçimde ifade etmiştir.

Önyargıların dipdiri ayakta kalmasını sağlayacak girişimler dışında, indirgemeler, şablonlar, kilişeler, basitleştirmeler, slogana dayalı propagandalar , bunlara hizmet eden simgeler ve sonuçta bunların bileşiminden ortaya çıkan “ şey ” –bu adını tam olarak koyamadığım, tanımlayamadığım, ama çok fazla rahatsız olduğum bir manzumedir- insanlığın derdine çare olmayacaktır. Bu uğurda göze alınan otoriter ve totaliter yönetim biçimleri acıların artmasından başka işe yaramıyacaktır, üstelik işe yaramadığı da tarihi bir gerçekliktir. Sorun her şeyi basitleştirip, toptancı çözümlerle çözülemediğine göre bunun tersini denemenin tek çıkar yol olduğu ortadadır. Zor olanın denenmesi gerekir, yani hiçbir değeri özgürlüklerin, demokrasinin ve insanca olanın önüne geçirmemeliyiz.

ORHAN H. AYDIN