Kızılcık 31Ekim,2007

Modern Edebiyat ve Okur


18. ve 19. yüzyıl edebiyatında yükün büyük bölümünü yazarlar sırtlanmış ve okura mümkün olduğunca tamamlanmış, geliştirilmiş, olgunlaştırılmış; tadı, tuzu ve ağdası yerinde metinler sunmak için büyük çaba harcanmıştır. Bu konuda yazarlar öylesine ustalaşmıştı ki, bu eserler okunurken: “Acaba roman sanatının sonuna mı gelindi? “; “ Daha iyisi nasıl olabilirdi..?” gibi sorular akla gelmiştir. İşlenmemiş tema, denenmemiş teknik, başvurulmamış yöntem kalmamıştı sanki.

Bir “klasik” tüm ihtişamıyla karşımıza çıktığında, zihnimizde genellikle bir “ikili” belirir. Bunlardan biri yazarın kendisi, ikincisi ise eseridir. Bu büyü yüzyıllarca sürmüş ve pek de bozulmamıştır. “İkili” –yazar ve eseri- bir kumpanya oluşturmuş ve bunun mantığı gereği de dostça, arkadaşca, birbirine ait olma duygusuyla yaşayıp gitmişlerdir. Biyolojik ölüm bile kumpanya olgusunu bozamamıştır. Yazar ve eseri (yaratılmış karakterleriyle birlikte)ölümsüzleşmiştir.

Ancak 19. yüzyıl sonuna doğru, o güne kadar yalnızca kumpanyanın seyircisi ve izleyicisi, hatta takipcisi olan okur da bu ayrılmaz ikilinin arasına girmeye başlamıştır; ya da girmek zorunda kalmıştır. Bu zorunluluk, yaşamın sanatçıyı getirip bıraktığı yerle ilgilidir. Yazarın, okurunu yazı eyleminin içine çekmesi bilinçli bir tercihtir. Artık edebi metinlerin bilinmeyen, görünmeyen bir tamamlayıcı vardır. Her okur okuduğu romandan kendi hikayesini yaratmaktadır. Boşlukları yazar okura bırakmıştır ve bu boşluklar oldukça geniş alanları kapsamaktadır. Bu boşlukların kendisi tarafından doldurulması gerektiğini farkına varamayan, eski çağın okuru ise yeni metinleri anlamaz olur.Metnin sorumluluğunu paylaşmak istemeyen, buna hazır olmayan okuru modern edebiyat uzun süre içine almamıştır.

Eskisinden oldukça farklı olan metinler daha dikkatli, daha katılımcı, daha deneyimli bir okur talep etmektedir. Başlangıçta yazar bunu okurlarına doğrudan iletmemiş olsa da, onun zaman içinde yeni konumunu ve duruşunu kabullenmesini ve anlamasını beklemiştir (bu süreç içinde de yazarların anlaşılmaz olmayı göze aldığını düşünüyorum). Modern edebiyat metinleri karşısında okurun, “ bu yazar anlaşılmaz şeyler yazıyor “, ya da “ bu adamı anlamıyorum” türünden yakınmalarıyla karşılaşmak her zaman mümkündür.Modern resim ve müzik sanatında da aynı sözleri işitiriz.

Modern edebiyatla okur arasında ortaya çıkan arızalı ilişkinin, modern sanatın diğer türleri ile toplum arasında daha çarpıcı biçimde varolduğunu kolaylıkla gözlemleyebiliriz. Bu konuda yüzyılın başında ortaya çıkan ve güçlü biçimde uzun süre varlığını sürdüren önyargılar, azalmış olmakla birlikte günümüzde de etkili olmaktadır.

Aradan yüzyıl geçmiş olmasına karşın, modern sanat eserlerine tahammül etme noktasını aşmış, onları beğenip, onlardan hoşlananlar dahi yaygın biçimde “anlamamaktan” söz ediyorsa, bu konunun üzerinde ayrıntılı biçimde durmakta yarar olduğunu düşünüyorum.

Edebiyat dünyasındaki değişimlerin ve yeniliklerin durup dururken ortaya çıkmadığını, buradaki gelişmelerin bir iç devinim sorunu olmadığını düşünürsek, anlaşılmayanın önümüzde duran kuru bir edebi metinden ibaret olmadığını da kabullenmek durmunda kalırız. Edebi metinler üzerinde en fazla etkinin, yazarın içinde yaşadığı zaman diliminin sosyal, siyasi ve ekonomik olayları olduğu bilinmektedir. Bu durumda; fazla seçeneği olmayan yazarın (sanatçının) - yaşamadığı geçmişi, ya da yaşayamayacağı geleceği anlatan metinler yaratması mümkün olmadığına göre –, yazdıkları zor anlaşılıyorsa, nedenini modern dönemin karmaşık ve kaotik yapısında aramalıyız.

Modern çağın çelişkileri

Yazar, moderleşme sürecinin çelişkilerini hem kendi içinde yaşatır, hem de eserlerinde. Okuru yardıma çağırmak zorunda kalması da bence bundandır. Modern dönemin edebiyatçısı, bazılarının sandığı gibi sanatına sanat katmak için “zor anlaşılır” olma yolunu seçmemiştir –şarlatanlar hariç- .(Burada “modern” sözcüğü çağdaş olanı değil, kendinden önce hüküm sürmüş olan akımlardan farklı olan bir dönemi anlatmaktadır. Yoksa çağdaşımız olmayan, bu dünyayı çoktan terk etmiş Kafka, Joyce ve Beckett gibi yazarları modern edebiyatı tartışırken hiç anmamamız gerekirdi. O zaman da modern edebiyattan söz etmek biraz güçleşirdi sanıyorum... )İlgili ilgisiz birçok kişinin, sanatın bir bilmece olması gerektiğinden; derin bir gizem taşımasının, bu sırlara her önüne gelenin erişememesinin ve zor anlaşılmasının önemli olduğundan; aksi durumda eserin sanattan sayılamayacağından söz ettiğini biliyoruz. Ancak, bir roman yazarı uçuk soyutlamalar yapmak ve anlaşılmaz metinler kurgulamak üzere oturmaz masasının başına. Belki resim sanatında bu tür girişimlere rastlayabiliriz, ama edebi metin yazarının hiç anlaşılmayan cümleler kurmasını da bekleyemezsiniz; böyle bir romana da rastlanmamıştır.

Okurun modernleşme çağının ortaya çıkardığı metinleri zor anlıyor olmasının nedeni, yazarların zor anlaşılır metin yazma merakından kaynaklanmaz demek istiyorum. Ancak böyle bir merakın bazı yazarlarda ve sanatçılarda hiç olmadığını söylemek de zor.

Elbette edebi bir metnin, her şeyi açık/seçik ve sorgulamadan, ancak bir traş makinası prospektüsünde yer alabilecek bir anlatımla, yanlış anlaşılmasını kesin bir dille engellemek üzere yapılandırılmış olması mümkün olmadığı gibi, yaşamı ve dünyayı alabildiğine akılcı bir üslupla açıklama gayretine de girişmeyeceğini tahmin edebiliriz. Böylesi denemelerin “sanat” başlığı altında ele alınamayacağı açıktır. Ancak bu böyle diye büyülü bir sembolizme kaçıp, tamamen anlaşılmaz bir eserin peşinden koşmanın da bir yanılgı olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlayış sanatı “kriptisizm” –anlaşılmazlık- denilen noktaya taşır, ki bizim yazı konumuz bu değildir. Modern edebiyat metinlerinin zor anlaşılır olmasını, bu dönem yazarlarının kriptisizm tutkusuna bağlamak yanlıştır. Böyle bir okur yaklaşımının ancak önyargı sonucu ortaya çıkabileceğini düşünüyorum; ya da ideojik bir tercihle anlamamakta israrcı olmaya bağlıyorum. Sorunun daha çok, modernleşme sürecinin herkes için yarattığı zorluklardan ve barındırdığı çelişkilerden kaynaklandığını düşünüyorum.


Peki, yazarı da, okuru da alt üst eden ve anlaşılması zor olan nedir?
Prof.Dr.Hartmut Böhme, “ Farklı bir modernizm teorisi” altbaşlığı ile kaleme aldığı “Fetişizm ve Kültür”adlı kitabında modernleşmenin nasıl algılandığı konusunda şu açıklamayı yapmıştır:
“Kendini modern olarak tanımlayan toplumların, modernleşmeyle ilgili bazı öngörüleri vardır. Örneğin, bu toplumun bireyleri günübirlik işlerini eski, geleneksel toplumlarda olduğu gibi dini kurallara göre değil, daha çok laik hukuk sistemine göre düzenlediklerini düşünürler.

Modernleşmenin bilinen niteliklerini içselleştirmemiş bir toplum, kendini yine de “modern” olarak tanımlayabiliyorsa -ki bu durum Türkiye’de yaşayan bizler için hiç de anlaşılmayacak bir durum değildir- moderleşme sürecinin çelişkilerine yakından bakmakta yarar vardır. Prof. Böhme bu durumdan iyice kaygılanarak tezini bir başka vurguyla genişletmiştir. Bu vurgunun bir başka yazı konusu olmasının ve tartışmaya açık olmasının dışında, çağımızın yazarlarının hangi nedenlerle kendilerini ifade etmekte zorlandığının da ipuçlarını taşımaktadır. Modern edebiyat okurunun çektiği sıkıntıyı da bu bağlamda aramak gerekecektir.

H.Böhme yaşanan sürecin tuhaflığını, kavramlara biraz da tersten bakarak anlatmaya çalışmıştır. Düşünce sistemimizde -epeyce uzun bir süredir- modernitenin eskiyi önüne katıp süpüreceği konusunda, ya da en azından bunu er geç başaracağı konusunda en ufak bir şüphe izine rastlamak mümkün değildi.Yazar ise, günümüzdeki görüntünün bu bakımdan çok iç açıcı olmadığını; akıl dışına sıkça başvurulduğunu, medyatik ve politik kültlerin yaratıldığını, birbirinden çok farklı dini akımların beklenmedik biçimde çoğaldığını, politik idollerin ortaya çıktığını öne sürerek:” Bu durumda modernleşmenin kendi ilkeleriyle gelişmesini sürdürüp sürdürmediğinden emin olamayız... “ demektedir. Seküler anlayışın eskiye göre çok daha yaygın olmasına karşın, karşımıza çıkan yaşam tarzının bununla çelişmesinin bir açıklaması olması gerektiğinidüşünen Böhme, geleneksel toplumların kültür formlarının modernizmi kullanarak geliştiğinin düşünülmesi gerektiğine işaret etmiştir.

Tezini güçlendirme açısından böyle bir vurguyu gerekli gören H.Böhme’nin görüşleri, moderleşme sürecinin belirleyici özelliğinin birbiriyle çelişen değerlerin aynı anda birarada bulunmasını belirtilmesi açısından önemini korumaktadır. Bu özellik başka araştırmacılar tarafından “farklı zamanların eşzamanlığı” olarak ele alınmıştır daha önce. Modern edebiyat okurunun ve yazarının zorlandığı noktaları açıklaması bakımından H.Böhme’nin yaklaşımı dikkate değer saptamalar içermektedir. Makalede yer almasının nedeni de budur. Ancak bir düşüncemi ertelemeden belirtmeliyim, H.Böhme “ modern çağın çelişkileri “ üzerinde dururken, modern tanımında “aydınlanma” döneminin değerlerine fazlasıyla bağlı olduğunu göstermiştir. Bunun epeyce geride kaldığını, modern sanatın aydınlanma dönemine tepkiyle ortaya çıktığını belitmekte yarar var. Modern zamanları, aydınlanmanın karşıtlığı olarak ele aldığımızda, H.Böhme’nin çelişki diye anlattıklarını modern dönemin özellikleri olarak da tanımlayabiliriz ; ama bu sonucu değiştirmez. Modern dönemin karmaşası, bu dönemi anlatan metinlere de yansımıştır ve “zor anlaşılır” olmalarının nedeni budur.

Alışkanlıklar ve beklentiler

Bilindiği gibi, aydınlanma düşüncesinde tarihsel süreçlerin bir amaç doğrultusunda, düz bir gelişme çizgisi izleyerek, ama kesinlikle ileri bir evreye doğru hareket ettiği öngörülürdü.O dönemde akıl alabildiğine yüceltilirdi. Böylece aklın, akıl-dışını önüne katıp yoketmesini beklemekten başka yapacak bir şey yoktu.Bu kabullerle birlikte, her şey daha kolay anlaşılır ve kavranır bir hale gelmişti. Sanki tarihsel süreçler hep beraber önceden saptanmış bir hedefe yönelmiştir de, bize düşenin yalnızca hedefin ne olduğunu anlamaktır, gibi sonuçlar ortaya çıkarılmıştır.

Durumun böyle olmayışına tüm aydınlanmacılar gibi H.Böhme de şaşmıştır. Yazdığı kitabın bazı bölümlerinden öyle olduğu anlaşılıyor. Ancak bizi H.Böhme’nin şaşkınlığından çok, modern dönemin yazarlarının ve okurunun şaşkınlığı ilgilendiriyor.Yaşananlara şaşkınlıkla bakıp, bunu okuruyla paylaşmak isteyen bir yazar tipiyle karşı karşıyayız. O, her şeyi zaten önceden bilen yazarların ruh haliyle ve yanılgısıyla yaklaşılamazdı konuya.

Kaosun içinde yaşayıp, buna neden olan olaylar zincirini ve yumağını sıraya sokamamak, elbette “anlamayı” zorlaştırır. Ne var ki, sırf anlamayı kolaylaştırmak için de uydurma katogorileri yapılandırıp, işte gerçekler bunlardır diye sunulamazdı. Modern dönemin yazarları da bu yanlışa düşmemiştir zaten. “Yaşam neyse, o...” yaklaşımı belirlemiştir edebiyatın niteliğini, yoksa şizofrenik “bir bilen” yaklaşımı değil. Okur bunun şahididir artık; edilgen bir izleyicisi olmaktan da kurtulmuştur.

Eski alışkanlıklar ve yanlış beklentiler, modern edebiyat metinlerinin gerektiği gibi değerlendirilmesinin önünde engel oluşturur. Yukarıda kısaca değindiğimiz aydınlanma çağının günümüze sarkan bazı değerlerinin durumu zorlaştırdığı gibi, “gerçekçi” edebiyat döneminden kalma alışkanlıklar da sorun yaratmaya devam etmektedir.

Trivial, ya da benim harc-ı alem edebiyatı dediğim türe tepki olarak gelişen “gerçekçi akım”, sanayi devriminin ve hızlı kentleşmenin yarattığı sorunlara değinirken, yansıttığı gerçekçi görünümün yanına sonradan sonraya okurun canını sıkan eklemeler yapmıştır. Bunların yarattığı beklentiler ise, modern dönem yazarlarını sıkıntıya sokmuştur.

Gerçekçi akım genel olarak umuda kurgulanırdı. Durum ne kadar vahim olursa olsun, tünelin ucunda her zaman bir ışık belirirdi. Bu metinlerde yukarıda sözünü ettiğimiz, yazar icadı bir bilen, olimpik bir anlatıcı vardı. Bu her şeyi bilen tanrısal göz aynı zamanda iyiyi-kötüyü, haklıyı haksızı şaşmaz biçimde belirlerdi.Modern dönem metinlerinde bu açıklıkta kurgunun gerçekliğine ulaşılamadı.Oysa eskiden kalma bir alışkınlıkla, anlatıdaki olayların arkasındaki gerçekle kolaylıkla ulaşılmalıydı. Bu olmadı.

Sanatın giderek kendisi için varolmaya başladığı dönemde sanatçının kendisi de tanrısal bir mertebeye çıkıyordu ister istemez. Böyle olunca da sanatçı dokunulmaz, sihirli, tekin olmayan özerk ve güçlü, özel bir yaratığa dönüşüyordu. Sanatçı yaratır; yarattıklarından da sual olunmazdı, yazar Steinmez’in deyimiyle.

Sanatçı idolü öylesine bir beklenti yarattı ki, sanat denilince: kesinlikle dehayı gerektiren yaratıcı bir süreç, renkli bir hayalgücü, buluşlar, yoğun bir uğraş ve emek ve ürünüyle boğuşan bir sanatçıdan başka bir şey akla gelmez oldu. Modern metinlerde okur bu özellikleri algılamayınca yazılana da –en azından başlangıçta- mesafeli yaklaştı ve özellikle de anlamadığını belirtti, ancak belki de anlatılan çok yalın bir gerçekti ve anlaşılamaması da olanaksızdı, Kafka’nın romanında düzenin labirentinde kaybolan bay K’nın başına gelenler gibi...

Eskiden okurun yazara duyduğu güven o kadar fazlaydı ki, okuma eylemi sırasında yalnızca metnin arkasında yatan gerçeğin peşine düşerdi, başkaca bir şey talep etmeden; onu bulurdu da, çünkü her zaman yeterince ipucu verilirdi ve verilmeliydi de.Modern edebiyat metinlerinde ise anlatının gerçekliğinden çok, taşıdığı anlamın peşine düşmesi gerektiğinde, okur zorlandı. Gerçekçi dönem metinlerinde anlam açıktı, burda ise ancak peşine düşersen kendisini ele veriyordu, (zor, zahmetli bir işti; ama kesinlikle daha tatmin ediciydi).<

Bir beklenti de, yazılanın okuru teselli etmesi yönündeydi. Sorunu fazla olan bu dünyada yazar tanrısal kattan okura bir çıkış yolu, rahatlatıcı bir merhem göndermeliydi. Halbuki modern metinler, hem anlattıklarıyla insanın ruhunu sıkıyor , hem de sonuçta hiçbir çıkış göstermeyerek kişiyi ikinci kez zora sokuyordu. Teselli bekleyen ve bulamayan okur, öfkesini yazardan ve metinden çıkarmayı deniyor ve sonuçta : “ Bunlar anlaşılmaz şeyler...” diyerek tavrını belirtiyor.

Okuma eylemindeki gelişme

Modern edebiyat okuru romanda olup biteni kendi yaşamıyla somutlayarak, kendi hikayesini yaratmaya başlamıştır. Eski romanlarda bir roman kahramanı vardı akılda tutulacak; günümüzde ise kahraman okurun kendisidir ve artık o da bunu farkındadır.

Okur aynı anlatıda olduğu gibi, kendi yaşamında da dirençlerin, aksiliklerin, beklenmedik gelişmelerin, kırılganlıkların ve anlaşılmaz olayların, rastlantıların hesapsız kitapsız ortaya çıktığını da farkeder.Okur ayrıca keyif şunu saptar ki, önünde duran metin yaşamın tıpkısıdır. Metin de, yaşam da aynıdır.

Okur açısından daha da ilginç olanı; hem yaşamın, hem okurun kendi hikayesinin, hem önünde duran metnin donmuş kalmış ve değişmez birer kalıp olmadığı anlaşılmıştır.Sonuna kadar dönüşen, değişen metinler sözkonusudur.

Eski metinler okunurken yalnızca dikkat kesilmeliydik, şimdi ise aynı zamanda üzerinde kafa yormamız gerekmektedir. Tekrar edelim, zor ama keyifli yanı da budur işin. Sonuç olarak, okurun katılımıyla edebi metinler canlanmış ve sınırsız bir anlam zenginliğine kavuşmuştur.

05.Ekim.2007,Orhan H.Aydın