Kızılcık 27 , Mart 2006

İnsansız roman: “Der Kapitalismus"

çağdaş yaşamın modernizmle birlikte beliren zorlukları ve sorunları, yuvarlandıkça daha da irileşen ve ağırlaşan bir çığ gibi üzerimize doğru gelmektedir. Her geçen gün hem kütlesi, hem de hızı artmaktadır. Toplumların binlerce yıllık birikimini yok etmeden, yavaşlatılması ve durdurulması gereken bir ucubeyle karşı karşıyayız. “Kapitalismus” adı verilen bu ucube; kendine sınır ve engel tanımadan önüne kattığı her şeyi –hem maddi hem de manevi anlamda- ezip geçmektedir, üstelik bununla da pek övünmektedir . Ayrıca zincirlerinden boşanmış ve kendi kaotik dünyasında zaptedilmesi güçleşmiş olan bu divane tüm kainatı, üzerinde canlı cansız ne varsa hepsini yönetmeye taliptir. Bu talep, insanın hem sosyal bir varlık olarak, hem de tür olarak geleceğini tehdit etmektedir. Kapitalismus’un gücüne ve saldırganlığına bakıp da, onun hiçbir zaafiyet göstermeden, dünyayı çekip çevirme yetkinliğinde olduğunu anlatmak isteyenlerin beni ikna edebileceklerini pek düşünmüyorum, dolayısıyla “divane” sıfatını da rastgele kullanmadığımın bilinmesini istiyorum. Kapitalismus’u herhangi bir ulusla, ya da devletle özdeşleştirip bu kavramın kapsamını daraltmak istemiyorum; ancak yine de onu soyut bir kavrammış gibi ele almak niyetinde değilim. Kapitalin yeryüzünü hayalet gibi dolanmadığını iyi biliyorum. Denetimsiz, başı boş ve sahipsiz hiç değildir. Kapitalin nerede, ne zaman, hangi süreyle bulunacağının kararını verenlerle somutluyorum kapitalismus’u. Tüm varlığı ile birlikte dünya hegomonyasını, kısaca “ imkansızı “ talep eden ve onu elde etmek için de akıl dışına düşmüş bir sınıftan söz ediyorum. Komünizm bir hayalet gibi dolaşabilir, kapitalismus ise yaşanan bir gerçekliktir.

Aralık 2004’de Hil Yayınlarından çıkan “ K.Marks’ın Felsefe Yazıları” adlı kitabın başında “İnsanın Kurtuluş Hikayesi...” başlıklı bir deneme yazısı okudum. Yazıya şöyle girmiş N.T.Kılıç : “ Son yarım yüzyılda felsefi düşüncede meydana gelen paradigmatik değişim, Batı rasyonalizminin toplumsal olanı teorik olarak kavrama kapasitesine ilişkin bir şüphecilikten hareket eden, bu anlamda modernist felsefenin temellerini eleştiri konusu haline getiren ve nihayet ‘büyük anlatıların sonu’ ilanına yol açan bir felsefi yönelime işaret eder. Bu eleştiri, insana ve onun tarihine -geçmişine ve geleceğine- ilişkin bütüncül bir hikaye ortaya koyduğu düşünülen modern felsefenin teorik niteliğine yöneliktir...”

Daha yazının hemen başında, modernist felsefenin eleştirisiyle ilgili kaygıların dile gelmesi iyi olmuş. Ben de yazar arkadaşımızdan kendi adıma, insanlık tarihinin gelmişini ve geçmişini, hiçbir boşluk bırakmadan, eksiksiz bir bütünlük içinde, kendinden sonrakilere üzerinde ayrıca kafa yormalarına gerek kalmayacak biçimde, yaşanmış ve yaşanacak her derde deva bir teoriye inanmamı beklememesini bu vesileyle iletmek istiyorum. Ayrıca bu kolaycılığın ve toptancılığın – hiçbir şeyi dışarıda bırakmamacasına bilmek anlamına / bir tür ilahi hakikat mertebesinden bakış gibiyukarıda sözünü ettiğim felaketin önlenmesi konusunda alabildiğine yetersiz kalacağını düşünüyorum.

Atalet prensibi gereği, büyük bir kütlenin yüksek bir hızla ilerlemesinin yavaşlatılması ve nihayet durdurulabilmesi için en az o büyüklükte ve güçte başka bir kuvvetin ona etki etmesi gerekir. Bu nedenle zihinsel potansiyeli dumura uğratacak böyle bir yaklaşımın, kapitalismus’la uzlaşmayan, onunla mücadele etmeye kararlı olan herkesin enerjisinin ve gücünün sınırlanmasının kabul edilebilir bir yaklaşım olmadığının bilinmesi gerekir. Zinhimizi de kullanmayacaksak, geriye başka neyimiz kalıyor ki..? Bu konuda kaygılanması gerekenlerin – konuyu tartışmaya açan yazarımızdan çokişinin yalnızca öğrenmek ve öğretmek olduğunu düşünen bürokratlaşmış kişilerin olduğunu sanıyorum.

Bürokratismus bir iktidar biçimi olmaktan çok, bir prensipler meselesidir. Bu prensipler de belli bir düzenin nasıl sürdürüleceğiyle ilgilidir. Bürokratismus, ayrıca memur sınıfının kendine has, özgül bilincinin ve davranışının bir tür tanımıdır da. İşin dikkati çeken bir yanının da, memurlaştırılan düşünsel etkinliğin yeryüzünün birçok yerinde benzerlik, hatta aynılık göstermesidir.Bu yapının ikili bir karakteri vardır. Bir yandan, yalnızca kendisinin yetkili olduğunu düşündüğü bir alanda yapılacak düzenlemenin mükemmel olması çabası gösterilirken, diğer taraftan alttan alta ince bir tonla belli bir polemiğin sürdürülme eğilimi de dikkat çeker.”(Soziologie/R.König)

Memurlaştırılmış etkinliklerin bir özelliğinin de, önemli sayılabilecek aşamalar geçilirken işin alabildiğine şahsiyetsiz biçimde gelişmesidir, diyebiliriz. Bunun kusursuz biçimde sağlanması hiç de kolay değildir. Hem yetkili ve güçlü bir konumda bulunacaksınız - gerekenleri, bilinmesi gerektiği kadarıyla tebliğ edeceksiniz-, hem de asla sorumluluk taşımayacaksınız, çünkü bütün söylenenler bir üçüncü kişi adına söylenmiştir. Bu kişi de zaten memurumuza meşruiyet zemini sağlayan kişidir aynı zamanda, ya da öyle olduğu kabul edilir.

Bürokratismus’un olağanüstü güçlerle donanmış sermaye sınıfıyla mücadelede etkisiz ve geçersiz kalacağına dair düşüncemi yukarıda belirttim. Bunun dışında bu yöntemin aktörleri olan “düşünce tebliğ memurları” görevlerini ne kadar mükemmel biçimde yapsalarsa yapsınlar, ilettikleri tebliğin içeriğine fazlasıyla yabancılaşmışlardır. Ruhsuz , heyecansız, samimiyetten uzak, şahsiyetsiz bir söylem o fikrin taraftarlarını bile çileden çıkarabilir. Bu nedenle modern teorinin temellerinin tartışılmasının doğuracağı sakıncalar nedeniyle kaygılanıp, yaşanan gerçekçiliği görmezden gelmenin de hiçbir akılcı yanı yok. Sözkonusu alıntıdaki kilit sözcükler şunlar : “...Batı rasyonalizminin toplumsal olanı teorik olarak kavrama kapasitesine ilişkin şüphecilik...” Sevgili yazarımız N.T.K.’nın içi rahat olsun, çünkü batı rasyonalizminin sosyal olanı kavramıyor olması konusunda yapılan eleştiri bir şüpheci tutumdan, ya da evhamdan kaynaklanmıyor. Durum gerçekten öyle olduğu için tartışma açılıyor.

Bununla ilgili eleştirimi güçlendirecek bir olaya değinmekte yarar görüyorum. Böylece itirazım yalnızca felsefi, ya da sosyolojik terminolojiyle çerçevelenip kalmış olmayacak. 90’lı yılların başında, ABD’de yayınyanan ve tüm ülkelerde okuyucusu olan mesleki bir dergide (Feed International) Avrupada’nın kuzeyindeki limanlarında stoklanan süt tozuyla ilgili bir başyazı çıkmıştı. Sözü edilen sorunun yakıcı yanı tüm kuzey liman kentlerindeki depoların süt tozuyla tıka basa dolmuş olmasıydı. Batı rasyonalizmi bir kez daha akıl dışı üretim fazlasını ne yapacağını bilemiyordu. Bu konuda dünya çapında ünü olan derginin başyazarının dudak uçuklatan, dahiyane önerisi şöyleydi:

Bu önerinin kapitalismus’un ruhunu tam anlamıyla açıkladığını söyleyebirim.Biliniyor ki, “süt tozu” üretimi,tüketilemiyecek düzeyde üretilen sütün konservasyonu için başvurulan bir yoldur. Piyasada “sıcak süt” diye adlandırılan yeni sağılmış süt çok kısa zamanda bozulur ve ekonomik değerini kaybeder. Bu nedenle soğuk hava depolarında bir süre muhafaza edildikten sonra süt fabrikaları tarafından toplanarak götürülür. Ne var ki, tüketilebilen miktarın çok üstünde üretilen sütün, daha da uzun süre dayanabilmesi için kurutulması gerekir.Böylece yaklaşık yüzde doksanı sudan ibaret olan sütün -onda biri süt tozu olarak elde edilebilmesi için- onda dokuzunun ek enerji harcanarak (elektrik,mazot gibi..) buharlaştırılması zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Feed International Dergisine konu olan aşırı stokun üretilen fazlalığın onda biri olduğunu hatırlatmakta yarar var.Görülüyor ki, üretilmiş sütün onda dokuzu zaten önceden yok edilmiştir ve gelinen sıkışıklıkta kalan onda birin de kuzey Avrupa limanlarının tüm depolarını işgal etmiştir. şimdi de onların dökülerek ve yakılarak imhası öneriliyor. Sözkonusu makalenin yayınlamasından kısa bir süre sonra yurt dışında yapılan “Uluslararası Yem ve Hayvancılık Kongresi”ne katılmıştım. Batı Avrupalı üç ünlü bilim adamı (profesör düzeyinde), süt sığırcılığında teknolojinin geldiği düzeyle ilgili sunuş yapmışlardı. Sorular bölümünde, artık beslemekte dahi zorlandığımız 900 kg. canlı ağırlığı olan ve yılda 10 tondan fazla süt veren, genetik biliminin mucizevi yaratıklarının daha ne kadar değişime uğrayacaklarını ve bu konuda nihayi hedefin ne olduğunu sormuştum. ( Not:Genetik müdahaleden önce, ortalama 350 kg. canlı ağırlığa ulaşabilen yerli sığırlardan yılda 1.5 ton süt alınabiliyordu) . Ayrıca, -yukarıda sözünü ettiğim başyazıdaki akıl dışı çözümü örnek vererek- böylesi yüksek kapasiteli bir süt üretiminin ihtiyaçtan kaynaklanmadığı ortadayken, bilim adamlarının canlılar üzerindeki bu çalışmalarını neye yormamız gerektiğini sormuştum. Sorularıma yanıt veren Alman profesör ayrıntılı hiçbir açıklama yapmadan, hafif sıkılarak çok çok kısa bir değinmeyle: demişti.

Yukarıda verdiğim örnekle ilgili daha aklımıza, tartışılması gereken bir dizi soru geliyor. -Sudan,Etiyopya,Kenya,Zaire,Kongo Tanzanya gibi Afrika ülkelerinde beslenme eksikliği sonucu ölümlerin günübirlik yaşanan bir olaya dönüştüğü herkesce bilinirken, kuzey yarımküredeki süt tozları niçin imha ediliyor?
-İhtiyaç ve talep olmadığı halde, bir canlıdan bünyesine alabileceği besin maddelerinden daha fazlasını ürün olarak elde etmeyi hedefleyen batıda ekonomiyi ve rasyonalizmi yeniden tanımlamak gerekmez mi?
-Yüksek süt kapasitesine ulaşabilmek için, süt sığırlarının ihtiyaç duydukları çok yüksek enerji, mineral ve protein maddelerini (isteseler de o miktarda tüketemedikleri için) kendi kemiklerini eriterek kullandıkları bilindiği halde, hala genetik müdahaleyle kapasite artırma peşinde olan batı rasyonalizminin temsilcileri ve yöneticilerinin bunu niye yaptıklarını araştırmak gerekmez mi?

Televizyon dizisi haline gelen ABD saldırganlığı ve vahşeti kapitalismusun yalnızca magazinleştirilmiş halidir. Ekrana ve manşete yansımayan, kanıksanmış binlerce akıl dışı uygulama günlük yaşantımızın parçası haline gelmiştir. Bir tek örnekle dahi, mevcut enerjinin hangi boyutta israf edildiği anlaşılabilirken, dünyanın enerji kaynaklarına yönelik saldırının nedeni üzerinde uzun uzadıya kafa yormanın anlamı yok. Ayrıca saldırganın bunu aman aman gizleme diye bir derdinin olmadığı da bellidir.

Buraya kadar anlattıklarımı özetlemek gerekirse, günümüzde yaşananlar o derece karmaşık ve dehşet vericidir ki, modernist felsefenin eleştirisinden duyulacak kaygılar bunun yanında hiç mertebisinde kalır. Asıl üzerinde durulması gereken mesele, marksizmin heyecanını ve ruhunu nasıl kaybetmiş olduğudur. Beni, ideolojinin iyice basitleştirilip indirgenerek, kaba formülasyonlara dönüşmesinden çok, bunun yarattığı sonuçlar ilgilendirmektedir.Biliniyor ki, indingeme işlemi zanaatkarların becerisidir. Ortaya çıkan malzemeyi kalıplara döküp pişirmek de bu işin memurlarına aittir. Kalıpçılar ve dökümcüler, yine K. Marks’ın öngördüğü biçimde ürünlerine yabancılaşmıştır. İşte mücadelenin heyecanını yitirmesi ve ruhsuzlaşması böyle olmuştur. Kızılcık Dergisinin 24. sayısında Hüseyin Hasançebi ruhsuzlaşmanın başka bir boyutunu daha dile getirerek, sol zihin ve düşünce dünyası içinde tekelci büyük sermayenin tarihsel tasarımına mahkum olarak kendi şansını arayanların yarattığı deformasyona da dikkat çekmiştir. Aynı yazıda H. Hasançebi bir “ Kızılcık Dili”nden bahisle, tarihsel zemini kavramanın, bir varsayım yaratmanın zorunluluğuna değinmiştir. Bu zorunluluklar üzerinde kafa yorarken benimsemediği yöntemi de açıklayan çebi bunu şöyle dile getirmiştir: “ ...şu akıllı-uslu-uzlaşmacı mücadele doğru, veriliş, ya da ifade ediş biçimiyle şu mücadele Doğu’ya, şu Batı’ya yaraşıyor diyecek halimiz yok...Dışarıdan, zihinde üretilmiş, kurallı, şık, estetik, ne sonuç vereceği önceden belli siyasi mücadele modelleri üretip gerçek hayatı bu modelin içine çağırmak abesle iştigaldir...” (Kızılcık 24, sy.25) Görüyorum ki, çebi’nin eleştirisini yaptığı üslup ve yaklaşım beni de huzursuz etmektedir. Sol’a yanıtlanması gereken yeni sorular gerekir. Sorular akla geliyor da seslendirmiyorsak, bunu neden yaptığımızı sorgulayarak işe başlayabiliriz, diye düşünüyorum.

Kapitalismus yavaşlatılabilir mi ?

Dünya ve yaşam, gerçeklikle bir bütün oluşturuyor mu? 20.yüzyıl yazarı-daha çok edebiyat çevresi- toplumları sarsan, bireyi tedirgin eden çağdaş sorunlar yumağını algıladığında, nasıl bir gerçeklikle karşı karşıya kaldığımız konusunda kafa yormaya başlamış ve çarpıcı sonuçlara ulaşmıştır. Gördüğü, farkına vardığı anlatılanlara hiç uymuyordu. Tüm o gerçekçi akımın yazarları, sanki edebiyat tarihinin bir bölümünde kendilerinden geçip, can sıkıntısıyla bir oyun molası vermişlerdi.Oyunun adı “gerçekçilik”ti. Oysa bu anlatılanların yaşanan gerçeklikle ilgili olduğu pek söylenemezdi. Büyük bir gürültüyle düşen çığın altında kalan toplumları fark eden 20. yüzyıl yazarı haklı olarak şu soruyu sordu kendi kendine: “ Gerçekçi akım ne kadar gerçekçiydi?”

Bir yanda yaşamın kaotik, rastlantısal, anlaşılmaz, tedirgin eden, kavranamayan akışı içinde aranması gereken gerçeklik söz konusuydu; diğer yanda başı, ortası, sonu olan, başlangıçta belki bir parça hüzünlü gelişen, ancak sonunda muhakkak umut saçan anlatıların gerçekçiliği...Bu iki farklı gerçeklik anlayışının birbiriyle örtüşen hiçbir yanı yoktu. Yazarın kavramaya çalıştığı dünyada, birbirinden bağımsız ve bağlantısız, sınırsız sayıda olayın yan yana gelerek oluşturduğu bir yığın sözkonusudu sanki...Bu yığının, bir bütün olarak kavranmasını engelleyen bir yapısı vardı adeta. Buna karşın tek tek bireyler kendini farkettiriyordu yine de...çağdaş yaşamın dikkati çeken bir özelliği de – belki de en dikkat çekeni- buydu sanatçı için. Bu birey yalnızdı, ürkekti, şaşkındı belki, ama orada duruyor ve anlatılmayı bekliyordu. İşte, “İnsanın Kurtuluş Hikayesi...” başlıklı deneme yazısında, yazar N.T.Kılıç’ın sözünü ettiği “büyük anlatıların sonu” yla ilgili süreç böyle başlamıştır belki de. Bu durumdan dünya gerçekliğini doğru algılamayan 20. yüzyıl yazarı mı; toplumları ve tek tek insanları büyük bir belirsizliğin ve tedirginliğin içine atan kapitalismus’ mu sorumlu tutulacaktır? Yoksa sorun, yeryüzünde olup bitenin modernist felsefenin anlatısına uymamasından mı kaynaklanmaktadır?

Belki de, obezite durumundaki kapitalismus yaptıklarına bir anlam vermemezi beklemiyordur. Alışılmış, geleneksel değerler çerçevesinde değerlendirip, dünyanın başına gelenlerle ilgili tek bir anlam çıkarmanın mümkün olmadığı bir süreç yaşanıyor besbelli. çok anlamlılık, ya da anlamsızlıklar manzumesi söz konusu...Artık büyük anlatılarda bir anlam merkezi olmadığı için, büyük anlatı olarak algılanamıyor modern anlatılar. Modern sanat türleri de zaten bu yaşanan sürece uygun bir tepki vermediler mi? Resim sanatında perspektif nasıl önemini kaybettiyse, müzikte de melodi devre dışı kalmıştır. Sanatçı yaşananı yansıtmaktadır. Benzer biçimde de roman sanatında da anlam kayması yaşanmaktadır. Yoksa bütün bu sanat akımlarının durduk yerde türediğini düşünemeyiz herhalde.

Anlamlandırma ve somutlama konusunda yaşanan zorluk yaşamın kendisinden çıkmaktadır. Yukarıda, süt üretimiyle ilgili verdiğim örnekte saçmalıklar ve anlamsızlıklar zincirini görmemek mümkün değildir. Önemli olan, genetik biliminin ve teknolojinin başarılarını yorumlarken kendimizi önyargılardan kurtarabilmemizdir. Teknoloji tapıncıyla hareket ediyor, bir de yapılan her şeyi olumlama konusunda kendimizi şartlandırmışsak, önümüzde duran gerçekliği doğru okuma şansını baştan yitirmişiz demektir.

Dünyada teknolojiye ayrılan en ciddi kaynak ABD’dedir. Ancak ABD bütçesine göz attığımızda, eğitime yüzde dört, silahlanmaya ise yüzde elliiki oranında pay ayrıldığını görürüz. şimdi, bu ülkede silahlanmaya ayrılan bütçenin bir savunma bütçesi niteliğinde olmadığını, aksine saldırı bütçesi olduğunu görmemek safdillik olur. Bir başka saflık da teknolojiye ayrılan paranın da yüzde dörtlük eğitim bütçesi içinde olduğunu düşünmektir. Silahlanmaya 520 milyar dolar, eğitime de 40 milyar dolar ayıran ABD yönetiminin teknolojiye ayırdığı pay elbette silahlanma bütçesinin içindedir. Teknolojinin gösterdiği olağanüstü gelişmeden etkilenip de, kayıtsız ve kaygısız bir rahatlıkla komünist hareketten kendini azat edip, ABD liberalizminin insanlığın yarasını saracak en kaydıdeğer merhem olduğunu düşünen bazı arkadaşların, aynı zamanda ABD militarizminin de bu gelişmenin motoru olduğunu kabul etmeleri gerekmez mi? Ne de olsa tek belirleyici değişkenin teknoloji destekli üretim fazlası değil mi? Bu fazlalık ha silah üretiminde olmuş, ha süt tozunda...ne farkeder? Her ikisinin fazlalığı sonunda yok edilmiyor mu?

Kapitalismus’un merkez üstünde teknoloji - ancak ve ancak - silahlanma sayesinde kendine kaynak yaratabiliyorsa, biz bunu zihnimizde rasyonalleştirip, normalleştirip kabullenecek miyiz? Bu kabullenme ve uzlaşma bize ne sağlar ? Zihnimiz mi açılır, modernleşmiş mi oluruz, sosyalizmin geçmişteki yanlışları başkalarına mı fatura edilir, dünyayı nihayet berrak bir biçimde kavramış mı oluruz?Bence hiç biri... Kapitalismus’un ezici gücünün “başarı” tanımında yarattığı yanılsama kafaları iyice karıştırmış olmalı ki, altmışlı yılların sosyalistlerinin bir bölümü şu kalan üçbuçuk ömründe hiç de alışık olmadığı sahada at koşturmaya kalkıyor.

Modernizmden, çağdaş yaşamdan, kapitalismusdan, batı rasyonalizminden sıkça söz ettik. Bütün bu kavramların batının sanayileşme süreci içinde geliştiğini söyleyebiliriz. Modern sınıfların ortaya çıkışı, muazzam üretim ve sermaye birikimi ve elbette insanların iliklerine kadar işlemiş yaygın bir sömürü bu süreci özetleyebilir. Sanayi çağının başlangıcı çok belirgin değildir. İlk fabrikanın kuruluşu, sanayi devriminin başlangıcı kabul edilemez. Fabrikaya benzer ilk tesis 1719 yılına tarihlenebilmektedir. Altı katlı bir binada iplik (ipek) üreten bu tesiste 300 işçi çalışıyordu. çalışanların çoğu kadın ve çocuktu. Sanayi devrinin başlangıç tarihi daha çok bir aletin icadına dayanır. Dokumacılıkta kullanılan “uçan-mekik” adı verilen küçücük bir aletin geliştirilmesinden sonra tekstil endüstrisi doğmuştur. Uçan-mekik 1733 yılında John Kay tarafından bulunmuştu. Ancak bu gelişmeyi de sanayi devrimi olarak nitelemek abartılı olur. Sanayi devriminin başlangıcındaki isim “Arkwright” dır. Onun 1769 yılında tekstil sektöründe yaptığı girişim, sanayi devriminin başlangıcı olarak kabul edilir. Bu yıldan sonra batı büyük bir hızla sanayileşmiştir. 1879 yılında kullanılabilir ilk elektrik ampulünün ortaya çıklamıyla birlikte de, sanayi çağı yerini “ elektrik çağı”na bırakmıştır.

Ünlü bir Alman yazar sanayi çağını(1733-1879) dolu dolu yaşamıştır. Bu yazar Johann Wolfgang von Goethe’dir ( 1749 Frankfurt- 1832 Weimar ). Öyle ki, sanayi çağının başlangıcı kabul edilen 1733 yılını değil de, uçan-mekiğin pamuk işçileri tarafından ikinci kez (ilkinde işsiz kalma korkusuyla mekiği tahrip etmişlerdi) benimsenme tarihi olan 1750 yılını kerteriz noktası olarak kabul edersek, Goethe’nin tam da sanayi devriminin içine doğduğunu görürüz.

Bütün alt üstlüğün canlı şahidi olan Goethe, kapitalistleşmenin geliştirdiği olumsuzluklara da eleştirel gözle bakan ilk aydınlardan biridir. Ünlü yazar Avrupa’daki aşırılığı, açgözlülüğü, gözünü hırs bürümüş insanlarını eleştirirken , “Zamanımızın iflah olmaz hastalığı fazlasıyla aceleci olunmasıdır. Bir sonraki an, bir önceki anda yaşananları yiyip bitirmektedir” demiştir.

Goethe 1825 yılının Kasım ayında Nicolovius’a yazdığı mektupta da şunları anlatır: < Biz yaşlı Avrupalıların durumu gerçekten de oldukça kötü.; yaşadığımız ortam alabildiğine yapay ve karmaşık, yediğimiz içtiğimiz doğal değil, toplumsal yaşamımız ise sevimsizliklerle dolu, dostluktan ve gerçek sevgiden yoksun...> Goethe’nin çağdaşı Alman doğabilimcisi Alexander von Humbolt ise yazarın yukarıdaki fikirlerini desdekleyen bir anısını 1801 yılındaki günlüklerine şöyle aktarmıştır: < Amerika’daki araştırma gezisi sırasında yolumu kaybettiğim için oldukça telaşlı ve endişeli biçimde bir kızılderiliye onlarca soruyu arka arkaya yönelttim. Yolumu kaybettiğimi söylüyor ve yardım istiyordum, hem de bir an önce...Kızılderili adam bana hiç bir yanıt vermedi. Yalnızca ilerideki bir ağaca bütün dikkatini vererek, şişman bir iguananın daldan dala nasıl atlayarak dolaştığını eliyle işaret etti. Bu arada ne kadar öfkelendiğimi de farkındaydı. Kızılderili adam için mekan ve zaman yoktu ve biz Avrupalıları sabırsız, çekilmez ve cinler tarafından yönlendirilen yaratıklar olarak değerlendiriyordu.

Goethe toplumsal yaşamın gereğinden fazla hızlandırılmış ve telaşlı buluyordu. Üstelik de hızın her geçen gün arttığını düşünüyor ve batı medeniyetinin bu aşırı hız nedeniyle günün birinde iflas edeceğini söylüyordu. Yazar, aşırı hızlanmayı “veloziferik” olarak adlandırıyor ve yarattığı olumsuz etkiyi de “luziferik” diye tanımlıyordu(luziferische≈şeytani olan). Ömrü boyunca üzerinde çalıştığı “Faust” adlı eserinde de kahramanı Dr. Faust aceleci ve telaşlı eylemlerin ve kararların trajik sonuçlarına katlanırken, ikinci bölümde karşımıza çıkan Homunculus ise özlemi duyulan yeni insan tipini canlandırmaktadır, iyimser ve sabırlı...

Goethe çözümü, aşırı hızlandırılmış olan çağdaş yaşamın yavaşlatılmasında görür ve medeniyetin çökmesinin önüne geçilmesinin tek yolunun bu olduğunu düşünür. Ancak Goethe’nin bu eleştirel yaklaşımından yaklaşık yüz yıl sonra Franz Kafka, bu gelişmenin önüne geçilmesinin mümkün olmadığını, hızlandırılmış yaşamın herkesi kapana sıkıştırdığını ve çıkışsız bıraktığını, öyle veya böyle sonumuzun hüsran olacağını anlatan kısa bir “fabel” yazmışttır. Kafka bu kısacık anlatısına başlık koymamıştır. Bir önceki yazısının altına basit bir çizgi atıp, altına şunları yazmıştır : <“ Of, dedi fare, dünya her geçen gün biraz daha daralmakta.Önceleri o kadar genişti ki, beni korkuturdu. Ben ileriye doğru koşmaya devam ettim ve sonunda, uzaklarda sağda ve solda duvarlar belirince mutlu oldum.Ancak bu upuzun duvarlar o kadar hızla birbirine yaklaşıp kapanıyorlardı ki, birdenbire kendimi bana özel olarak ayrılmış en son odanın içinde buldum. Odanın tam köşesinde bir kapan duruyordu ve ben ona doğru koşuyordum.” Tam o sırada, “Koşu istikametini değiştirmelisin!” diye bağırdı kedi ve fareyi yuttu.> Kafka’nın faresinin durumuna düşmek istemiyorsak, kendi Homunculus’umuzu yaratmak üzere laboratuar çalışmalarına başlamalıyız. Bu, H.Hasançebi’nin sözünü ettiği varsayımdan başka birşey değil. Ancak bize bu gerçekliği çarpıcı biçimde anlatan Goethe değil, yine de Kafka’dır.

Benim bu öneriye eklemek istediğim husus ise, yapılandırılacak varsayımın iskeletine heyecan, içtenlik ve ruh katılması yönündedir. Bunun üzerinde niye israrla durduğumun daha iyi anlaşılabilmesi için, 1900’lerin başlarında yaşamış şarkıcı Leadbelly’den söz etmem gerekiyor.

1900’lerde New Orleans’ta ortaya çıkan caz müziğinin, sömürgeci dönemin köleleştirdiği siyahi Afrikalıların söylediği “blues” adı verilen ezgilerle biçimlendiği biliniyor. Caz müziğinin özgün yanının, blues’un farklı tınısına dayandığını söyleyebiliriz.Aynı yıllarda caz sanatının üyeleri blues’un tanımı konusunda epeyce sıkıntı çekmişlerdir. O günlerin tartışmalarına bakılacak olursa, blues’un en önemli tanımının yarattığı ruh haliyle ilgili olanıdır, diyebiliriz. İşte o günlerde sözünü ettiğimiz şarkıcı Leadbelly de blues konusunda kendisine yöneltilen bir soruya yanıt verirken şöyle diyor: < Beyaz adamın hiç blues’u olmadı, çünkü onun derdi tasası yoktu...

Sonsöz: Herkes şarkı söyleyebilir, ancak besteyi ve güfteyi hatasız okuduğu halde kendisine şarkıcı diyemiyeceğimiz bir sürü zanaatkar vardır. Eksik olan nedir? “Blues tınısı” diye tanımlayabileceğimiz : duygu, heyecan, içtenlik v.s.... Bence, “blues’u olmayan”, şarkı da söylemesin.Böylesini dinlemeye artık ne sabrımız, ne de zamanımız kaldı.

Sevgiyle, Orhan H. Aydın, Eskişehir/ Mart 2006